Diyalog safsatası günümüzden otuz yıl önce Vatikan tarafından resmî olarak başlatılmıştır. Şimdiki malûm cemaat tarafından değil. O günlerde diyaloğa maşa olması için teklif götürülenlerden birisi de Üstâd Necip Fazıl idi. O bu çağrıya bakın nasıl cevap veriyor?

‘-Ne diyaloğu be yahu! Belli başlı bir anlayış kökünde beraber olup ta dallarında ayrı olanlar arasında tutturabilecek hangi aşı olabilir? Her birinin ne yediği ve ne ile beslendiği malûm , KARTALLA-KARGA nasıl diyaloğa girebilir? ‘
( Necip Fazıl Kısakürek)

Bu sözlerin üzerine yorum yapmaya gerek yok. Hiçbir vakit inançta-imanda pazarlık kabul etmeyen Necip Fazıl diyor bunu çünkü. Şimdi O’nun adına radyo programları yapmaya kalkan diyalogçular Necip Fazıl’ın kendilerine okuduğu lânetten habersiz olarak cennetten arsa parselliyorlar.


Üniversitemizin 2006-2007 Mezuniyet Töreni bu akşam 19.30 da yapılacaktır. Üniversite Yönetimi tarafından düzenlenen törene herkes davetlidir...

PROGRAM

  • Açılış

  • Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı

  • Mezun Öğrenciler Adına Konuşma

  • Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fikri CANORUÇ'un Konuşması

  • Onur Konuklarının Konuşmaları
    (Tensip Buyurdukları Takdirde)

  • Mini Konser
    (Devlet Konservatuarı Mezun Öğrencileri)

  • Başarı Belgeleri ve Ödüllerin Verilmesi


Bir öğrenim yılı daha bitti ve DUVDER üyeleri 2007 mezunlarını verdi. Geçen yıl birincisini düzenlediğimiz unutulmaz mezuniyet töreninden kalan anılar bir yana bu sene de arkadaşlarımızn bir kısmı mezun oldular.
İçimizde arkadaşlarımızın başarıya ulaşmalarının sevincinin yanısıra ayrılacak olmanın burukluğu da vardı. Düzenlenen etkinliğe yoğun ilgi vardı. Bütün arkadaşlarımız mezun olan arkadaşlarımızı tebrik etmek, birlikte olmak adına oradaydılar ve yine unutulmayacak, birbirinden güzel görüntüler ortaya çıktı. Eğlendik, bazen de ayrılığın verdiği hüznü yaşadık. Ancak biliyoruz ki vatanını, milletini seven, değerlerine bağlı bireyler olan bizler buradan çok şey kazanmış olarak gidiyor olmanın verdiği mutluluğu hiçbir şeyle kıyaslayamacağız.
Tören sonunda mezun olan arkadaşlarımıza hediyeleri yine diğer öğrenci arkadaşlarımız tarafından, duygusal ve bir o kadar da anlamlı konuşmalar eşliğinde takdim edildi.
İnanıyoruz ki bu arkadaşlarımız burdan sonraki görev yerlerinde de kendilerine düşen görevi yerine getirmede en ufak bir tereddüt bile yaşamayacak, "her zaman en iyi olmak, vatanına, milletine faydalı insanlar olmak" adına ellerinden gelen her türlü azim ve çabayı göstereceklerdir.
Mezun olan arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonraki hayatlarında başarılar diliyoruz. Allah yar ve yardımcıları olsun!
Giderken hep söylediğimiz bir sözü de yine hatırlatmak istiyoruz:
"Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır!"

Ahmet YILMAZ

Yazar: Ahmet YILMAZ


Bu hükümet temel hak ve özgürlükler konusunda samimi değildir. Eğer samimi olsalardı, hâlâ milletin kılık, kıyafeti ve inancıyla uğraşmazdı. Bu ülkenin, insanların temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak bir hükümete ihtiyacı vardır...

Filistin’de kan var, işgal var, bir millet yok edilmeye çalışılıyor, devlet terörü var! Bunlara karşı kuru temenniden başka bir şey yapılmıyor.

ABD, İsrail’i korumak için Şaron’a göz yummaya devam etmektedir. İsrail’in Filistin’e uyguladığı katliamı kınıyoruz. Filistin’de kan akmaya devam ediyor ama hükümetin bu konuda maalesef bir duyarlığı yok...

Soruyorum ABD’ye, AB’ye ve Birleşmiş Milletler’e siz neredesiniz? Hıristiyanlık’taki Paskalya törenleriyle barışı kutlarken, Ortadoğu’ya neden barışı getirmiyorsunuz?” “Hükümet maalesef Ortadoğu konusunda gerekli iradeyi ortaya koyamamıştır. Yaşadığımız görüntüler 21. yüzyıl başında bizi üzmektedir. Bir taraftan küreselleşmeyi konuşacağız. Diğer taraftan emperyalist duygularını tatmin etme isteği, içinde olanlara destek vereceğiz. Bunu anlamak mümkün değil...

IMF parayı verdi. Ama hangi şartlar altında ve nerde kullanılacağını söyleyerek verdi. Bu paraların adresleri belliydi ve bunun karşılığında istenen tavizler vardı. Yarın bunlar ‘Kıbrıs’ı konuşalım’ derler.

Türkiye’nin baş edemeyeceği hiçbir problemi yoktur. Bunlar IMF’nin karşısında memurlar gibi oturuyorlar. Acizler hükümeti, halkı bir simit ve bir çaya mahkûm etti. 50 milyar doları batık bankalara hortumlattılar. Ülkenin milyarlarca doları hortumculara yedirildi. Eğer dürüst ve iradeli bir yönetim gelseydi, belki de IMF ile masaya oturmaya bile gerek kalmayacaktı. IMF’den gelen paralar bu ülkeye hibe değildir. Bu paraları benim köylüm, benim memurum ödüyor. Bizler kurtuluş mücadelesi yapacağız. Son günlerde AB ile yatıyorlar AB ile kalkıyorlar. Biz de istiyoruz ama bizi neden oyalıyorsunuz? AB diyerek karın doymaz...

Durun. Güzel tespitler, güzel yazmış falan demeyin sakın. Bu sözler bana ait değil. Bu sözler AKP Lideri Sayın Erdoğan’a ait. Şaşırdınız mı yoksa? Hemen şaşırmayın. Bu sözler virgülüne kadar Sayın Erdoğan’a aittir. Bu sözlerin tek ortak özelliği Sayın Erdoğan, Başbakan olmadan önce söylenmiş olmasıdır.

Tarih bilimciler kronolojik tarih yazarken nasıl milattan önce / milattan sonra şeklinde bir ayrım yapıyorlarsa, Sayın Erdoğan’la ilgili not tutanlar da “koltuktan önce / koltuktan sonra” ayrımını yapmak zorundadırlar. Yukarıda yazılanlar Sayın Erdoğan’ın koltuk öncesi devirlerine ait sözleriydi. Aşağıda yazanlar ise koltuk sonrasıdır. Bakalım “yüz seksen derecelik muhteşem siyasi dönüşler” sonrasında dökülen inciler nasıl dizilmiş, bakalım koltuktan sonra ne değişmiş.

Koltuktan sonra Sayın Erdoğan.

“ABD’nin küresel düzeydeki konumu ve gücü, uluslararası ilişkilerin belki de en belirleyici özelliği haline gelmiştir. Bu ise dünya için bir fırsattır. Günümüzün tek süper gücü olmak beraberinde zorluk ve sorumluluk da getirmektedir. ABD dünyayla ilgilenmeye devam etmelidir.”

“Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”

“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.”

“(Sayın) Öcalan düşüncelerinin değil, şu anda, almış olduğu ‘kellelerin’ hesabını veriyor.”

Ve. Sayın Erdoğan’ın Türk siyasi üslubuna ‘büyük katkı sağlayan’ en önemli sözünü unutursak ayıp olur: “Ananı da al git lan.”

Sevgi / Saygı / Dostlukla.

--------------------------------------------------------------------------------

GÜNÜN SÖZÜ

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”

Maide Suresi / 51

31.05.2007

Ahmet YILMAZ

Diyarbakır'da patlama

Diyarbakır'ın Ofis semtindeki bir minibüs durağında meydana gelen patlamada 5 kişi yaralandı.

Ofis Semti Gevran Caddesindeki bir minibüs durağına konulan bomba saat 08.00 sıralarında patladı. Patlamada, 5 kişi yaralandı.

Patlama sonrası, Cumhuriyet Başsavcı Vekili Süleyman Sinan Erdem ve Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya olay yerinde incelemelerde bulundu.

Kaynak: HaberTurk.Com

Zindandan Mehmed’e Mektup

Zindan iki hece Mehmetim lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed' im!
Kavuşmak mı? ... Belki... Daha ölmedim!

Bir idamlık Ali vardı, asıldı
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, bir kaç günlük fasıldı.
Ondan kalan boynu bükük ve sefil;
bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Mehmed'im sevinin başlar yüksekte!
Ölsek te sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Saat beş dedi mi, Bir yırtıcı zil;
Sayım var, Maltada hizaya dizil!
Tek yekün içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemiyet
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!

Necip Fazıl Kısakürek

Bu soru daha doğrusu iddia çok fazla dillendirilmesinin yanında, bana yöneltilen sorular içinde de en sık rastladığım bir başlık oldu. Oldukça önyargılı ve tarihi gerçeklerden uzak bulduğum bu iddiaya kısa değinmek gereği duydum.

İslam ülkelerinin günümüzde içinde bulunduğu durum, bu teze kaynaklık ederken, Müslümanların dinleri nedeniyle geri kaldığı vurgulanmaya çalışılmaktadır. Peki söylemin gerçeklik payı ne kadardır?
İslam dini eğer geri kalmanın sebebi olsaydı, tarih boyunca Müslümanların yaşadığı ülkeler hep geri kalması gerekirdi. Oysa durum bunun tam tersidir. İslam’ın doğuşuyla birlikte dünya üzerinde çok hızla yayılmış, 18. yüzyıla kadar da İslam ülkeleri dünya üzerinde hep başat güç olmuşlardır. Bu gerçeği hatırlamak için Avrupa’nın içlerine kadar giren Endülüs’ü yada kısaca Osmanlı tarihine bakmak yeterli olacaktır. Ayrıca bilim tarihine göz atıldığında tıptan kimyaya, felsefeden sosyolojiye kadar bir çok konuda Müslüman bilim adamlarının oraya koyduğu çalışmalar görülebilecektir.
Peki nasıl oldu da Müslümanlar günümüzdeki duruma gelmişlerdir.
Buna neden olarak dini göstermek belki de en oryantalist ve en kolaycı yaklaşımdır ama bu gerçek değildir.
Müslümanların geri kalmasını tetikleyen nedenlerden ilki yaşadıkları Moğol istilasıdır. Moğol istilası ile büyük bir yıkım yaşayan Araplar bir daha eski güçlerini hiçbir zaman gelememişlerdir. Moğol istilası sürecince yaşananlar incelendiğinde, koskoca Arap- İslam medeniyetinin nasıl yok edildiği görülecektir.
Arapların yaşadığı bu yıkımdan sonra göreceli olara bu istiladan daha az etkilenmiş olan Müslüman Türk toplumu İslam bayrağı devralmış ve Yüzyıllarca dünyaya nizam vermiştir.
Osmanlı Türklerinin yıkımını hazırlayan süreç ise dünya ticaret yollarının değişmesiyle ortaya çıkmıştır. Daha önceden dünya ticaret yolu olan “ipek yolu” hep Müslüman halkların kontrolünde olmuşken, Ümit Burnunun geçilmesi ve Yeni Dünya’nın keşfi ile bu durum değişmiştir. Artık Dünya ticaret yolları karadan denizlere kaymıştır. Bu ise Osmanlı için çöküşün başlangıcı olmuştur.
Bu gidişin farkına varan Sokullu Mehmet paşa, döneminde Hindistan seferini planlanmış ve bu yönde bir donanma Hint denizine gönderilmiştir. Hatta Osmanlı’nın yeni ticaret yollarının hakimiyetini ele geçirmek için Osmanlı donanmasının rahatlıkla Hint Okyanusuna indirebilecekleri bir kanalın Süveyş’te açılması için proje başlatmasına rağmen dönemin teknik imkanlarından dolayı bunda başarılı olunamamıştır.
Osmanlı Yeni Dünya olan Amerika’da da bir koloni kurmayı düşünse de, iç denize uygun olan Osmanlı gemileri okyanus şartlarından başarı gösterememiştir.
Bu ve benzeri bir çok neden ticaretin dolayısıyla sermayenin Müslümanların elinden batının eline geçmesine sebep olmuştur. Ticaret yollarının el değiştirmesinin dışında batı ortaya koyduğu emperyalist sömürgeci yaklaşımlarla, hem Amerikanın hem de uzak doğunun hem de Afrika kıtasının zenginliklerini çalıp kendi ülkelerine taşımışlardır. Özellikle Osmanlının zayıfladığı 18. yüzyıldan sonra emperyalist ülkeler İslam dünyasını işgal etmiş ve Müslüman toplumları kendi hedefleri doğrultusunda dizayn etmişlerdir. Bugün Ortadoğu ve tüm İslam coğrafyasının antidemokratik rejimlerin hakim olması ve diktatörler tarafından yönetilmesinin temel nedeni Birinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist devletlerin yaptıkları bu dizayndır.
Dolayısıyla İslam dünyası tarih boyunca her zaman geri olmadığı gibi, günümüzde de göreceli olarak daha az gelişmiş olmasının nedeni de yine İslam dini kaynaklı değildir.
Aksine Müslümanlar ekonomik ve siyasi nedenlerle geri kaldıkça dine ve hayata bakışı da gerilemiş ve dinden uzak bir taassuba gömülmüşlerdir. Bu taassubun içinde yeni düşünce ve fikirler üretemez noktaya gelmiştir. Yine bunun sebebi İslam’dan kaynaklanan dinamikler değil, İslam’a rağmen ortaya çıkan tutuculuktur.
Batının günümüzde ileri gitmesinin dini nedenlerden olmadığını ortaya koyan bir diğer argüman da yine gelişmiş batı ile aynı dine ait olan bir çok ülkenin de göreceli olarak geri kalmış olmasıdır.
Bugün Afrika’da bulunan bir çok Hıristiyan ülke sömürü kaynaklı geri kalmışlığı en acı şekilde yaşmaktadır. Hastalık ve açlığın pençesinde bir hayat süren bu insanların mahkum oldukları hayatın nedeni dinleri değildir. Onlar da gelişmiş batı ile aynı dine hatta mezhebe sahip olmasına rağmen, kaynaklarının ve insanlarının yüzyıllardır yağmalanmasından dolayı yoksulluk içinde yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Benzer şekilde Güney Amerika’yı buna örnek verebiliriz. Bugün hemen hemen tamamına yakını Katolik olan insanların oluşturduğu Şili, Paraguay, Uruguay, Arjantin gibi Güney Amerika ülkeleri yine ekonomik açıdan geri kalmışlık içindedir. Aynı şekilde Soğuk savaş yıllarından demir perde ülkesi olarak anılan bir çok Avrupa ülkesi de benzer durumdadır.
Bu ve benzeri örnekler Müslümanların geri kalmasının nedeninin din olmadığını ve batının da gelişmesinin temelindeki motivasyonun yine dinden kaynaklanmadığını ortaya koymaktadır.

Kaynak: http://www.kurandaceliskiyoktur.com/?p=140

Türkçe Demek

Türkiye’de birçok şive ve ağız vardır, ama en gelişmişi; en kullanışlısı ve söz varlığı en çok olanı İstanbul Türkçesidir. Bugün, yaşayan dünya Türklerinin de en az yarısı İstanbul Türkçesini anlar ve konuşur... Öteki yarısında da çeşitli yollarla İstanbul Türkçesinin yaygınlaştığını biliyoruz. Sadece Ahmet Yesevi Üniversitesi ve yan etkinlikleri 50.000 kişilik bir alanda İstanbul Türkçesini öğretme çabasındadır.

Çeşitli vakıflar ve ortaklıkların ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın etkinlikleri ile yayınlarını beğensek de; beğenmesek de Türkçe yayın yapan TV’ler de bu anlamda olumlu katkılar sağlıyorlar.

Türkiye’de de birçok kişinin öteki Türk lehçe ve şivelerini anlar ve konuşur durumda olduğunu biliyoruz... Türkler arasında birbirlerinin lehçe ve şivelerini anlayanların oranı ve anlayanların anlama oranı çoğaldıkça “ortak Türkçe alanımız” oluşacaktır. Bugünkü sayısı 200 milyonu aşan Türk Dünyası’nda oluşacak böyle bir alanın Türk’ün yeniden doğuşunda en önemli ortam olacağı açık bir gerçek...

ÜZÜNTÜ VERİCİ
Son derece olumlu bu gerçekliğin yanında; üzüntü verici bir gelişme de var...
Türkiye’de ne yazık ki sömürge olmayan ya da sömürgelikten yeni kurtulmuş olmayan hiçbir ülkede olmayacak bir sapkınlık var:
“Yabancı dilde eğitim sapkınlığı.”

Milletimizi oluşturan ana değer olan Türkçemize bundan daha büyük kötülük yapılamazdı... Yapılıyor ve yaygınlaşıyor...

Öğrencilerimizin bilimin ürettiklerini kavramalarını zorlaştıran ve bilim zihniyetinden uzaklaşmalarına yol açan bu uygulama tam anlamıyla bir “milli suçtur.”

Sapıklık sözünü kullanmamak için sapkınlık dediğim bu saçmalıktan bir an önce dönülmelidir.
Türkiye’de İstanbul Türkçesinden başka hiçbir dile hiçbir eğitim kurumunda izin verilmemelidir.

Evet, derhal, hemen, bugünden başlayarak bu uygulama kaldırılmalıdır.
Türk Milliyetçisi için birinci görev, Türkçeyi savunmak ve korumaktır. Yasa yapmak gücünü elde eder etmez, ilk yapılması gereken
“Türkçe Temel Yasası”nı çıkarmak olmalıdır. Bu yasa içinde, eğitim konusundan başka işyerlerine yabancı ad koymak işini de içine alarak Türkçenin yozlaştırılmasına karşı bütün önlemler alınmalı ve yasa ödünsüz uygulanmalıdır.
Türkiye sınırları içinde yaşayan yurttaşlar istedikleri dil, lehçe, şive ve ağızdan istedikleri gibi kültür ve sanat etkilikleri yapsınlar…

ANCAK!
Eğitimde, haberleşmede, yazışmalarda, İstanbul Türkçesinin en güzel biçimiyle kullanılmasını sağlamak devlet olmanın gereği ve Türkiye yurttaşı olmanın gerektirdiği bir borçtur.

Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanlar analarından, babalarından öğrendikleri dil, lehçe, şive ve ağız ne olursa olsun, ortak dilimizin İstanbul Türkçesi olduğunun bilincinde olmalıdırlar.

Milli kültürümüzün en önemli iki temelinden birisi dildir ve bu dil Türkçedir. Türkiye Türkleri için İstanbul Türkçesi...

İstanbul Türkçesi dışındaki dil, lehçe, şive ve ağızlar bizim alt kültür değerlerimizdir. Onlara ne karşı olmak, ne de onların yok olmasını istemek söz konusu değildir. Ama bilinmelidir ki yurttaşlarımızın bireylik başarılarının yolu İstanbul Türkçesini iyi konuşmaktan geçer...
Türkiye’de İstanbul Türkçesinin dışında bir ortak dil oluşturma çabaları ne anlamlı, ne de yararlıdır. Olabilirliliği olmayan boş uğraşlardır.
Önce Türkiye’de İstanbul Türkçesi tam egemen olmalıdır ki; onu dünya Türklüğünün ortak anlaşma Türkçesi yapma amacı anlamlı olsun...
Bu çabalar içinde olanlar da; öteki edebi Türkçelere saygıyla yaklaşmalıdırlar.
Türk Milliyetçilerinin hiç unutmamaları gereken bir gerçek vardır: Türk demek, Türkçe demektir.

N. Kemal Zeybek

http://www.aygazete.com/Anasayfa.php?2704


Süleymaniye camii...

Mimar Sinan, 'tek kütleli mabet' sırrını nasıl yeniden çözdü? Süleymaniye Cami'nin akustik sorunu nasıl halledildi? Neden Süleymaniye'nin dört minaresi var? Neden bunlardan biri 'Cevahir Minaresi' adını taşır?..

Popüler Tarih dergisi Temmuz 2005 sayısında, işte bu ve benzeri soruların yanıtlarını "Sinan'ın Süleymaniye sırları" başlığı altında, kapak konusu yaptı...

Kanunî'nin mimarbaşı 'Sinan Ağa' bir gün, dostlarından ve devrinin şair ve ediplerinden Mustafa Saî Çelebi'ye gelerek, "Çok kocadım. İsterim ki, öldükten sonra adım unutulmasın. Hizmetlerim anılıp hayırla anılayım. Anlatacağım hatıralarımı nazım ve nesir diliyle yazar mısın?" der.

Bunun üzerine Çelebi, Mimar Sinan'ın anlattıklarını yazmaya başlar ve küçük bir kitap ortaya çıkar. Saî Mustafa Çelebi'nin Mimar Sinan'ın ağzından kaleme aldığı, "Tezkiretü'l Bünyan" ve "Tezkiretü'l Ebniye" adını verdiği ve günümüzde 'Yapılar Kitabı' adı altında toplanarak yayımlanan bu eseri, büyük ustanın yaşam öyküsünü, eserlerinin envanterini ve kendi dönemine ait gözlemlerini içermektedir.

Mimar Sinan'ın yaşantısına dair birçok ayrıntıyı, eserlerini, döneminin insanları hakkındaki düşüncelerini bu kitap ile, Sinan'ın kendi ağzından öğrendiğimiz gibi, Süleymaniye Cami'nin sırlarını da belli ölçülerde, bu kitapta bulabiliyoruz.

Mustafa Saî Çelebi'nin 'Yapılar Kitabı'ndaki anlatım tarzına u..... ama konuya da Süleymaniye'den başla..... girelim dedik...

Mimar Sinan, Süleymaniye Cami'nde, bir çok sorunu olduğu gibi, akustik sorununu da mükemmel bir biçimde halletmiştir. Bu konuda yine rivayete dayanan hoş bir hikâye vardır: Cami inşa edilirken, Sinan'ın mihrapta nargile içtiği söylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar varır. Kanunî, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata baskın yapar. Bakar ki, Sinan gerçekten mihrapta nargile tokurdatıyor.

"Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir bunun hikmeti" diye sorar.

Sinan şöyle cevap verir: "Sultanım, dikkat edin nargilemde tömbeki, tütün yoktur. Sadece suyun fokurdamasından meydana gelen sesin cami içerisinde dağılımını kontrol ediyorum. Buradaki suyun sesi caminin her tarafına eşit yayılırsa, yarın burada Kuran okuyacak olan hocanın sesi de 60-70 metreye kadar toplanan cemaat tarafından duyulacaktır. İşte bu yüzden, akustiği kontrol ediyorum."

Mimar Sinan'ın 'çıraklık eseri' İstanbul Şehzade Camii (1548) ile 'ustalık eseri' Edirne Selimiye Camii (1566-1574) arasındaki bir dönemde inşa edilmiş olan Süleymaniye (1550-1557), yapıların yerleştirilmesindeki ustalığın yanında, gerek ekonomik ve kültürel işlevleriyle, gerekse sanatla politik gücün birleşimini temsil edişiyle, Türkiye için büyük ve önemli bir geçmişi hatırlatmaktadır.

Bunun yanı sıra, Süleymaniye'nin kendine has sırları da vardır. Stefanos Yerasimos'un, 'Süleymaniye' adlı eserinde (Yapı Kredi Yayınları, Mart 2002, İstanbul) vurguladığı gibi, İustinianos İmparatorluğu'nun takipçisi bir imparatorluğun hayal gücünün ürünü olmasıyla birlikte, Süleymaniye Camii, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun bir asırdır yeniden keşfetmeye uğraştığı 'tek kütleli mabet' örneği ile, büyük bir kubbenin sırlarına yolculuk etme sürecinin son aşamalarından biri olmuştur.

Gerçekten de, Ulya Vogt-Göknil'in 'Mimar Sinan' adlı kitabında da değindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu, 'Muhteşem Süleyman' çağında, İustinianos devri Roma İmparatorluğu ile karşılaştırılabilecek bir büyüklük ve güce erişmiş; özellikle -Mimar Sinan'ın deyimiyle kendisinin ve Osmanlı mimarlığının 'kalfalık eseri' olan- Süleymaniye Camii ile, elindeki insan gücü ve ekonomik kudret sayesinde açıkça, ama basit bir taklitle yetinmeyerek onu aşmak amacında bir 'meydan okuma' işine kalkışır.

İşte belki de, Süleymaniye'nin en büyük sırrı budur!

Ama, caminin, ayrıntıya inildikçe insanı etkileyen başka özellikleri de vardır...

Caminin temelleri atıldıktan sonra, temelin iyice oturması ve sonradan bir çöküntü olmaması için, inşaata bir yıl ara verilir. Ağır masraflar yüzünden caminin yapımına ara verildiğini zanneden İran Şahı Tahmasp Han, inşaatın devamı için, kıymetli mal yüklü bir kervanı ve içi değerli taşlarla, mücevherlerle dolu bir kutuyla, bu hediyeleri göndermesinin sebebini açıklayan bir mektubu Kanunî'ye yollar.

Bu mektuba ve üsluba sinirlenen padişah, malları elçinin gözleri önünde bahşiş olarak dağıtır ve kutuyu Sinan'a vererek içindeki mücevherleri yapının taşlarına karıştırmasını buyurur.

Mimar Sinan, değerli mücevherleri minarelerden birinin taşları arasına maharetle yerleştirir. Güneş ışığında pırıl pırıl parladığı için bu minareye 'Cevahir Minaresi' adı verilir. Evliya Çelebi zamanla sıcaktan bozulduğunu ve taşların pırıltısının kaybolduğunu belirtir...

Süleymaniye'nin dört minaresi İstanbul'da yaşamış dört büyük hükümdarı; Fatih Sultan Mehmet, II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman'ı ya da camiyi yaptıranın İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah olduğunu temsil eder... İki uzun minaredeki üçer, iki kısa minaredeki ikişer şerefeleriyle toplam on şerefe de, o devre kadar hüküm sürmüş on padişahı ya da camiyi yaptıran Kanunî'nin onuncu padişah olduğunu temsil eder... Minarelerin uzun ve kısa düzenlenişi, ana kütleyle beraber yapıya modüler sistemde piramidal bir görünüm kazandırır. Uzaktan bakıldığında, birbiri üzerinde göklere yükselen bir merdiven gibi duran bu orantı ustalığı, Hıristiyan öğretide, "Yakub'un Merdiveni" ile anlam bulur...

Caminin içinde yanan yaklaşık 250-300 kadar kandilin isi, yukarıdaki bir akımla kapı üstündeki dört pencereden is odasına çekilirdi. Kitap yazımında ve hattatlıkta kullanılan mürekkebin en güzeli bu isten elde edilirdi. Halen Süleymaniye Kütüphanesi'nde mevcut olan bazı kitaplar bu isle yapılan mürekkeple yazılmıştır...
[Alıntıdır]

Yiğit Türk'ün Cevabı

Fransada bir markette alışveriş yapmakta olan bir Türk'ü uzaktan aşağılayıcı bakışlarla izleyen fransız bir ara onun tuvalet kağıdı aldığını ve poşetin içine attığını görür... hemen yanına yaklaşır ve alaycı bir ifadeyle sorar:

-Pardon mösyööööö siz türkler ne zamandan beri tuvalet kağıdı kullanmaya başladınız?

Bizim Türk hiç istifini bozmaz ve aynen şunu der:

- SİZ FRANSIZLAR G.. YALAMAYI BIRAKALI ...


Avrupa ve Medeniyet!

Sen TÜRKSÜN Evlat;
Mahallesindeki Kıza Bile Sahip Çıkan
Onlar İse Avrupalı;
Kız Kardeşiyle Bile Yatan;
Bırak Onlar Senden medeniyet Öğrensin!!!

Kanije Destanı

Kanije Destanı Estergon gibi, Avrupa içlerindeki serhad kalelerimizden biri de Kanije Kalesi idi. 1600 yılında ele geçirilen kale, 1601 yılında 100 bin kişilik bir düşman ordusu tarafından kuşatıldı. İşte bu destan, kalede bulunan 9 bin Türk gazisinin, ihtiyar mücahid Tiryaki Hasan Paşa komutasında bu 100 bin kişiye karşı verdiği şanlı mücadeleyi anlatır...


Yıllardan beri Osmanlı'nın karşısına hiç bir devlet yalnız çıkamıyor, en az üç - beş devletin ordusu bir araya gelerek hareket ediyordu. Yine öyle oldu. Avusturya, İtalyan, İspanyol, Malta ve Papalık askerleri ile Macar ve Fransız gönüllüleri geleceğin imparatoru Arşidük Ferdinand komutasında Kanije Kalesi'ni kuşattılar.

Kanije Kalesi'nin etrafı bataklıkla ve kaleye ulaşmak için köprüler kurmak gerekiyordu. Daha bir yıl önce Türkler başarmıştı ama, şimdi onların yaptıklarını taklide kalkışan düşman bunu beceremiyordu. Kurdukları köprülerin gece vakti kale içine çekildiğini görüp neye uğradıklarını şaşırıyor, çok sayıda kayıp veriyorlardı.

Bu arada iki düşman askeri esir alınmıştı. Tiryaki Hasan Paşa onları sorguya çekince, düşman ordusu içinde bulunan Macarlara pek güvenilmediğini anladı. Peygamber Efendimizin "Harp hiledir" Hadis-i Şeriflerini hatırladı ve düşündüklerini Kara Ömer Ağa'ya anlattı.

Kara Ömer Ağa iki esiri alıp götürdüğü ve onlara :

- "Aslında kendisinin de onlardan olduğunu, küçükken devşirilip orduya alındığını" anlattı. "Her gece bin kadar Macar fedaisinin kaleye geçip Türklere yardımcı olduğunu, bu durumda işlerinin çok zor olduğunu" söyledi. Kalede bulunan asker ve mühimmat hakkında da oldukça abartılı rakamlar verip onları salıverdi.

Esirlerin götürdüğü haberler düşman ordusunun moralini bozmaya yetmişti. Ferdinand bunu önlemek için askerlerine büyük vaatlerde bulundu. Burçlara ilk çıkacak olanlara 10 köy, Tiryaki Hasan Paşa'yı yakalayacak olana ise 40 köy vaad ediyordu. Böyle dolduruşa getirilen düşman ordusu ertesi sabah toplu bir hücuma giriştiyse de Tiryaki Hasan Paşa'nın ustaca manevraları karşısında sonuç alamadılar ve üstelik 18 bin ölü verdiler.

Artık karşılıklı toplar konuşuyor ama Türk ordusunun stokları gittikçe azalıyordu. Bu savaş bir güç gösterisinden çok Tiryaki Hasan Paşa'nın kurnazlıkları ve harp hileleriyle ayrı bir havaya bürünmüştü. Türk ordusundan kaçan iki devşirmenin, kaledeki gerçek durumu düşmana bildirmeleri üzerine yeni bir oyun oynadı. Ellerinde bulunan esirlere, onların kendi adamı olduğunu inandırıp salıverdi. Böylece düşmanın yeni bir toplu hücuma kalkması önlenmiş oldu. Sahte mektuplarla Avusturyalılarla Macarların arası iyice açıldı. Avusturyalıların Macar beylerini idam etmeyi kararlaştırdıkları bir sırada Macar askerleri durumu öğrenip kaçtılar.

Böylece zaman kazanılmış ve kış günleri gelip çatmıştı. Düşman ne yapacağını düşünürken Kara Ömer Ağa yanına 300 kişi alıp dışarı çıktı ve baskın hareketlerinde bulundu. 900 kişiyi öldürüp 150 esir aldı ve ele geçirdiği 12 topla geri döndü. Düşman panik halindeydi. Bu durumu değerlendiren Tiryaki Hasan Paşa kalede yalnızca 600 kişi bırakarak dışarı çıktı ve hücum emrini verdi. Artık düşman dağılmış, kaçıyordu. Akşama kadar 30 bin ölü verdiler ve kalenin çevresi tamamen boşaldı. Geriye düşmandan 47 büyük kuşatma topu, 24 bin tüfek, 60 bin çadır, 14 bin kazma - kürek, binlerce araba dolusu yiyecek - giyecek, barut ve ilaç erzak ve mühimmat kaldı.

Bu, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir gerçek destandı. 9 bin Türk askeri, kendisinden en az 10 kat fazla bir orduya karşı aslanlar gibi dövüşmüş ve düşmanı adeta topyekun imha etmişti. İşte, "Bir Türk on düşmana bedeldir" sözünün isbatı ve işte bu destanın gerçek kahramanı 70 yaşındaki bir Türk büyüğünün bizlere verdiği ders...

Bu akıl almaz derecedeki büyük başarı üzerine Cihan Padişahı Üçüncü Mehmed Tiryaki Hasan Paşa'ya vezirlik rütbesi veriyor ve alışılmışın aksine bizzat kendi eliyle hazırladığı "Hatt-ı Hümayun"u gönderip şöyle diyor:

"Yerin ve ğöğün sahibi olan Yüce Allah'a hamdolsun ki, Osmanlı Devleti'ne senin gibi paşalar ve askerlerin sayesinde nice zaferler nasib eyledi.

Sevgili Peygamberimize salât ve selâm olsun ki, seni ve Devlet-i Aliyye askerlerini kendi yolunda cihad eylerken görürüz.

Ettiğin hizmetler yüce dergâha arzedilip adın iyi adlılar defterine yazılır olmuştur. Berhudar olasın; sana Vezirlik verdim. Seninle birlikte bulunan askerlerim dahi manevi oğullarımdır, yüzleri ak ola... Bu mektubumu al kahraman askerlerime okuyup, 'Allah'a, Peygamber'e ve sizden olan devlet reisine itaat ediniz' mealindeki ayet-i kerimenin yüce manasını onlara bildiresin. Seninle orada bulunanlara dilediklerini ver. Hepinizi Cenab-ı Hakk'a emanet ederim."

Ve işte, iltifat karşısında mahçup olan, gözyaşlarını tutamayıp ağlayan ve sevinecek yerde üzülen o büyük insanın yine gözyaşları içinde söylediği sözler:

"Kanije'de ettiğimiz küçük bir hizmet karşılığı bize vezirlik vermişler ve 'Hatt-ı Hümayun' göndermişler. Halbuki, Kanuni Sultan Süleyman Makbul İbrahim Paşa'yı tam bir selahiyetle kendi yerine vekil tayin ettiği zaman bile O'nun eline böyle bir yazı vermemişti. Rahmetli Piyale Paşa Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin damadı olduğu ve Sakız Adası'nın fethi gibi nice zaferler kazandığı halde kendisine vezirlik çok görülmüştü. İslam Halifesi'nin Hatt-ı Hümayun'u Kanije savunması gibi küçük bir hizmete mükafat olmaya başladı. Devletin vezirliği benim gibi kocamış kimselere kaldı. Buna üzülmeyeyim de neye üzüleyim?"

Tiryaki Hasan Paşa'nın, o eli öpülesi pir ü fani'nin altın harflerle yazılıp günümüzde her evin, her makamın başköşesine çerçeveletilip asılması gereken bu sözleri üzerine söz söyleyip yorum getirmeye bilmem lüzum var mı?

(Alıntıdır)

İngilizler, Osmanlı Devleti'ne bağlı bölgelerde isyan çıkarmayı planlamaktıydı. Bu iş için en müsait bölge de Arab Yarımadasıydı... Nitekim, casuslarını bu uğurda seferber ettiler... Bu çılgın mücadelenin en can alıcı noktaları Arab Yarımadasının iki tarafında bulunuyordu. Biri Basra Körfezinin kuzeyindeki Kuveyt limanı, diğeri de Kızıldeniz'in kuzeydoğusundaki Akabe Körfezinin yukarı ucunda bulunan Akabe Kalesi idi. Abdülhamîd Han, bu iki noktadan birincisinde Bağdad demiryolunu, ikincisinde de Hicaz demiryolunu yaptırdı.

Kızıldeniz'e uzanan kapı
Hicaz demiryolu da Akabe Körfezi vasıtasıyla Kızıldeniz'e doğru bir kapı durumunda idi. Bu iki mühim noktadan birincisinde İngilizlerin Osmanlı'ya karşı mücadelesi mahallî idarecileri desteklemek suretiyle, ikincisinde ise doğrudan doğruya oldu. Abdülhamîd Han, Hicaz demiryolunu yaptırırken, emniyeti bakımından yolun denizle temas eden noktasını kontrol altında tutmak için Akabe Kalesine Rüşdî Paşa komutasında iki tabur asker gönderdi (15 Subat 1906). Hindistan yolunu ve oradaki sömürgelerini emniyet altına almak için 1882 yılında Mısır'ı işgal eden İngilizler ise, Akabe Kalesinin Osmanlı kontrolünde olmasını protesto ederek, harp tehdîdine başvurup boşalttırmak istediler. Hatta ültimatomun peşinden Akabe Körfezine bir de savaş gemisi gönderdiler.
İngiltere, verdiği ültimatomda, on gün içinde Sina Yarımadasının boşaltılmasını istiyordu. Abdülhamîd Han ise, bu ültimatoma karşı İngiltere'nin Mısır üzerinde bir hakkı bulunmadığını, işgalinin kanunsuz olduğunu belirterek, yeni sınırın sadece Türk ve Mısır subaylarından meydana gelen bir komisyon tarafından tesbit edilebileceğini bildirdi. Abdülhamîd Han'ın bu cesurane hareketi, İslam âleminde büyük tesir uyandırdı.
Neticede Mısır ve Osmanlı subaylarından kurulan komisyon sekiz maddelik bir protokol tesbit etti. Buna göre, sınır, Akabe Körfezinin batısındaki Tabe'den başlayıp Akdeniz sahilindeki el-Aris'e kadar uzanıyordu. Böylece Akabe, Osmanlı Devleti'ne kaldı.

Asrın en siyasi padişahı!
Sultan İkinci Abdülhamîd Han'ın üstün siyaseti karşısında, İngilizlerin İslam memleketlerinde sürdürmek istedikleri emperyalist düşünce, Akabe Mes'elesinde başarıya ulaşamadı. Ancak; İngilizlerin faaliyetleri ile asrın en siyasi padişahı iç ve dış düşmanlarının her türlü hücümlarına maruz kaldı ve tahttan indirildi...


--
http://groups-beta.google.com/group/pax-ottomana?hl=tr

AKP dönemi yolsuzlukları

Değerli okurlar Akepe'nin 4,5 yıllık iktidarında medyaya yansıyan yolsuzlukları bir liste halinde hatırlatmakta yarar görüyorum.

1- İzmir TCDD Liman Taşıma İhalesi
TCDD İzmir Liman'ı için, yıllık 70 milyon dolarlık yükleme-boşaltma işleri için ihale hazırlığı yapılıyor. Daha sonra ihaleden vazgeçiliyor. İhalesiz olarak 15 yıllığına Reha Denizcilik ve Raden Lojistik isimli 2 şirkete veriliyor. Şirketlerin, 15 yılın sonunda arzu ettikleri takdirde 15 yıl daha ise devam edebileceği sözleşmede yer alıyor. (Toplam 30 yıl süreli) Toplam 2 milyar 100 milyon dolarlık iş, ihalesiz veriliyor. Bu firmalardan biri, sözleşme tarihinden 2 gün önce kuruluyor, diğeri de aynı gün kuruluşu gerçekleşiyor.

2-AYCELL-ARİA Birleşmesi
AYCELL-ARİA birleşmesinden doğan AVEA'nın yaklaşık 3 milyar dolarlık zararı, Hazine'ye yüklendi. İddiaya göre; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık Teftiş Kurulu'nun, kamuyu zarara uğratan ve "hizmet nedeniyle emniyeti suiistimal suçu" işlediği öne sürülen Aycell yöneticilerinin, Savcılığın soruşturma istemine onay vermedi.

3-İBB Araç Sigorta İhalesi
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin, ağır taşıtlar için sigorta ihalesi, 197 milyar lira ile AKP İstanbul Milletvekili Alaattin Büyükkaya'nın önceden ortağı olduğu Büyükkaya Sigorta Aracılık A.Ş'ye veriliyor.

4-TCDD İstasyon Yenilemesi
TCDD'den 10 istasyon yenileme ihalesi AKP Kadın Kolları MKYK Üyesi Emine Alioğlu'na veriliyor. Bu AKP'li müteahhit hanım, aynı zamanda fakirlere verilen yeşil kart sahibi. Önce devletten yeşil kartı alıyor, sonra da 10 istasyon yenileme ihalesini alıyor.

5-TMSF Otel İhalesi
TMSF, Ceylan Grubu'ndan, banka borcuna karşılık 52,5 milyon dolara Antalya'daki Deluxe Resort Otel'i alıyor. Devir öncesi otel fiyatı, ekspertif raporunda bu şekilde belirtiliyor. TMSF, aynı oteli bu sefer 25.3 milyon dolara Ulusoy Grubuna satıyor. Devlet 27 milyon dolar zarar ediyor.

6-Derince Arazi Alımı
Özelleştirme İdaresi, Yarımca Porselen Arazisi'ni, 30.5 milyon dolara bir özel şirkete satıyor. Devlet kuruluşu Erdemir, 82 milyon dolara aynı araziyi, bu sefer söz konusu özel şirketten satın alıyor. Devlet, 52 milyon dolar kendi arazisinden zarar ediyor. Ve Erdemir yönetimi, 2 yıldır bir liman için arazi aradıklarını ifade ediyor, 20 gün içinde en pahalısını seçiyor.

7-SEKA İhalesi
Fabrika, 30 Haziran 2003'te 1.1 milyon dolara Albayraklar A.Ş'ye satılıyor. Özelleştirme İdaresi, piyasa değerini 51 milyon dolar olarak belirliyor.

8-HALKBANKASI'nda 30 milyon dolarlık zarar
Devlet Bakanı Ali Babacan'a, Net Holding'in 30 milyon dolarlık kredisinin geri alınamayacağı ve hemen müfettiş görevlendirilerek olaya el konulması, aksi takdirde zaman aşımına uğratılacağı, TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'nca ve resmi yazılarla uyarıldığı halde, bir işlem yapılmamış ve 30 milyon dolar gibi bir alacak zaman aşımına uğruyor.

9-Trilyonluk buğday vurgunu
Şirketler Toprak Mahsulleri Ofisi'nden (TMO) 140 bin liraya ihracat yapmak kaydıyla, aldıkları 10 bin ton buğdayı, ortalama 300 bin lira fiyatla iç piyasaya sürdüler. Toprak Mahsulleri Genel Müdür Vekili İsmail Kemaloğlu ise, şirketlerin haksız kazanç sağlamasını "ihraç etmek için ucuza alınan buğdaylarla şirketler, istediğini yapabilir" diye trilyonluk vurgunu savundu.

10-Mavi Akım Doğalgaz Ek Protokolü
19 Kasım 2003 tarihinde, Ruslarla ek protokol imzalanıyor. Türkiye, "F1 Formülü" nden vazgeçip, Rusların istediği FO'yu kabul ediyor. Ve 1 Nisan 2005 tarihi itibariyle 8,5 milyar dolar fazladan ödemeye Türkiye razı oluyor. Ana Muhalefet Partisi, konuyla ilgili gensoru verdi Erdoğan bizzat oylamaya katılıp, gensorunun reddedilmesini sağladı.

11-AYCELL-SIEMENS Anlaşması
Siemens'ten alacağı 10 milyon Euro'nun tahsili için harekete geçen Aycell, Bakan Binali Yıldırım'ın engeline takıldı. Aycell, 2001 yılında Siemens ile sözleşme imzaladı. Ancak, Siemens yükümlülüklerini yerine getirmedi. Hukukçular, bu nedenle Siemens'in günlük 96 bin Euro ceza ödemesi gerektiğini belirledi. Miktar artınca, Aycell alacağını tahsil etmek için girişimlere başladı. Devreye Bakan Yıldırım girdi. Aycell yönetimi, apar topar değiştirildi, alacaklar rafa kaldırıldı.

12- İstanbul'daki vurgun
İstanbul Ataşehir'de mülkiyeti Emlak Gayri Menkul YO'ya ait olan binlerce daire, tapuda satış fiyatlarının ortalama 8 kat altında gösterilerek yaklaşık 20 milyon YTL vergi kaybı yaratıldı. Bu işlemlerde daireler ortalama 250 bin YTL'ye satılırken, tapu kayıtlarında satış bedelleri 25 bin ile 35 bin YTL arasında gösterildi.

13-Bingöl Deprem Konutları
Bingöl'de Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'nca 2016 konut inşa ediliyor. Tanesini 38 milyardan yaptırıyorlar. TOBB da aynı yerde ve aynı projeyle 480 konut yaptırıyor ve aynı konutu 30 milyara mal ediyor. 1 konutta 8 milyar fark oluşuyor. Başbakan'ın açılışını yaptığı bu konutlar daha içine girilmeden çürüyor.


Vedat YENERER

Bizansın Çocukları

Allah'ın selamı ülkü erlerinin üzerine olsun..

Başbakan Tayyip Erdoğan seçimlere 54 gün kala açıklama yapıyor:

"Kuzey Irak'a, Amerika ve Irak'la beraber üçlü operasyon yapabiliriz".

Amerika ve Irak'la kime karşı operasyon yapacaksınız?

Sıfır terörle aldığın Türkiye'de terör iklimini oluşturan kim?

AB-Amerika ve uşakları Barzani-Talabani aşiret yönetimi.

Kuzey Irak'ta PKK ve Peşmerge birbiryle sarmaş dolaş.

İt, it'i ısırmaz.

Kandil dağındaki kayalıkları mı bombalatacaksın seçim için?

Ankara'da milli bir iktidar olsa, PKK sivri sinektir.Türkiye için tehlike, şu anda PKK'dan daha çok kimdir?

Kuzey Irak'ta Türk Kerkük'ü Başkent yapmaya heveslenen Barzani.

BOP Projesininin bir ayağı olarak, Kürt Devleti tezgahlayan Amerika.

Kandırma Tayyip Efendi kandırma.

Türk Milletini enayi yerine koyma.

Operasyon yapılacaksa Barzani alçağının hedeflerine yapılacak.

Ama sen mir dengirleri aşarak bunu yapamazsın.

Sana sürekli posta koyan Hüsnüyadis cephesini yaramazsın.

Bir Mart Tezkeresi Barzani'nin işine gelmedi.

Muhalefet yaptığını sanan gafil CHP'liler, senin kürt vekillerin

Barzani'ye çalıştılar.

Türkiye'ye kazık attılar.Yapman gereken bu milletvekillerini partinden atmaktı.

Yapamadın, Yapamazsın.

Çünkü Kürt oylarının peşindesin.

Onun için Türk'e sürekli sataşıyorsun.

Onun için Şehit analarından kaçıyorsun.

Hergün şehit cenazeleri Anadolu'ya dağılmaya başlayınca,

Ordu-Millet ayağa kalkınca,

Aklın sıra kurnazlık yapıyorsun.

Operasyonun esas hedefi olması gereken, Amerika ve Barzani ile,

Kandil kayalıklarına Don Kişotluğa özeniyorsun.

Türkiye masaya yumruğunu vurdumu arkasını getirir.

Bebek katili Suriye'den apar topar nasıl çıkarıldı? Unuttun mu?

Mehmetçik Habur'dan bir çıktı mı bırak Kandil'i Basra'ya iner.

Ama sende o irade, o niyet, o yürek, o cesaret, o karizma yok.

Sulandırma Tayyip efendi, sulandırma.

Yalanlarına, entrikalarına inanan kalmadı.

Sende Türkiye'yi idare edecek ehliyet kabiliyet olsa işler buraya gelmezdi.

Dün Genel Kurmay bana bağlı diye hava atıyordun.

Bugün Genel Kurmay'dan emir bekliyorsun.

Türkiye'yi kim idare ediyor ha.

Söyle de bizde bilelim.

Yoksa askerden fırça yedim de Çankaya'ya çıkamadım,

Yok karar milletin diye mağdur edebiyatı yapma. Ağlama.

Türk Milleti kararını çoktan verdi, iş muameleye kaldı.

İstanbul Çamlıca'daki evine giderken görüyorsun,

Acıbadem'de Türk Bayrağı asılmayan ev kalmadı.

Niye mi asıyorlar? Sana, Yeter git demek için tabi.

Ne acı değil mi? Bayrak karşıtı olarak protesto edilmek.

T.C. Başbakanı'na ayıptır ama, BOP Eş Başkanına müstehaktır.

22 Temmuz'da saflar netleşecektir. Kim AK, kim KARA?

11 Eylül'den sonra Hilal,Haç'ın hedefi haline geldi.

Başkanın Bush, Haçlı seferi ilan etti.

İslamcıyım diye Milleti kandırdın,

Koltuğu kapınca Haç'lıların safında yer aldın.

Büyük Orta-Doğu Projesinde çizilen harita nedir?

Güney Kürdistan, Kuzey Kürdistan.

Ve Sen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı değil,

Bağımsız Kürdistan'ı kurmak isteyen Amerika'n BOP'nun

Eş Başkanısın.

Ama unuttuğunuz bir şey var.

Misak-ı Milli sınırları cetvelle değil, kanla-canla çizildi.

Washington'da birlikte kotardığınız 2001 krizinden sonra,

Körler çarşısında ayna sattın, Sağırlar çarşısında gazel attın.

Millet minaredeki hilal'e bakarkan, koynundaki haç'ı gizledin.

Siirt'te İmam sarığı, Brüksel'de papaz cübbesi.

Ne yazık ki, Milleti bir defa aldattın.

Ama yağma yok;

Körlerin gözü, sağırların kulağı açıldı,

Bizans'ın, Musa'nın çocuklarını gördü.

Mekke-Medine nasıl müslüman olmayanlara kapalı ise,

Çankaya'da Bizans'ın çocuklarına kapalıdır.

Mustafa Kemal'in askerleri harekete geçti.

Şimdi Milliyetçi Hareket zamanı."NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE"
Mehmet Derebeyoğlu
mderebeyoglu@mynet.com
www.haberdokuz.com

Selam, saygı ve dua ile Allah'a emanet olun..


Blogger Template by Blogcrowds


2008 | Blogger Temaları by GeckoandFly Blogger Uyarlama: Blogcrowds.

Distributed by Blogger Temaları