Bu bir mektuptur. Kuş kanadına, suya, çöl kumlarına yazılmış mektupları okuyanlara veya bu mektupları yazanlara ithaf edilmiştir.
Vatan üzerine.Bayrak üzerine.Onur üzerine.Namus üzerine. Vicdan üzerine.Akıl üzerine.Adı fark etmeyen ve ithal edilmiş tüm meseleler üzerine.Kelimeler ve kelimeleri çirkinleştiren kalemler üzerine.
Kalemleri tutan riyakar ve kan kokulu eller uzerine.
Kalemlerini sapladiklari sehitlerin ve kadinlarin ve cocuklarin ve kardeslerinin ve onlarin analarinin yurekleri uzerine yazilmistir.
Mayın, bomba, pusu, baskın, yazar, çizer ve ihanete alet olan
her şey üzerine. İstemeyen okumasın. Kanla yazılmış bir mektuptur bu. Güvercin kanadının gücü yetmez taşımaya, karabaşlı kartal olsa nafile. Ağırdır zira eskidir ve unutuldukça kanla yeniden yazılır,
şehit mezarlarının taşları üzerine. Bu mektup binlerce yıl önce yazıldı ve binlerce yıldır yazılıyor,
yeni fark edenler utansın. Kardeş kardeşi öldürmez, öldüren kardeş falan değildir, kalleştir olsa olsa. Kalleşlerin en kalleşi ise kardeşim diyerek kalleşlik yapan kalleşlerdir. Ve aslında en kahpesi, mayın değil onu Adil Binbaşıların, Davut çavuşların yoluna döşeyen eldir, o Eli alkışlayan ve ululayıp aklayan kalemdir. En az o el kadar suçludur o kalem, tarihin yanılmaz vicdanında. O mayınlara basıp parçalanan bedenler, Edirnekapıdadır ve bizim yüreklerimizde ve hafızalarımızda yaşarlar. Kemerburgazdaki Kemer Country villalarından görünmez Edirnekapı,
çok uzaktır hem de çok.
DAĞLARDA YARIM KALDILAR VATAN İÇİN
Ellerimizde can Verdi o parçalanan bedenlerin sahipleri, bayrakları dalgalansın diye. Vücudunda sigara söndürülerek, tüm kemikleri kırılarak, kafa derileri yüzülerek işkence edilen, sonra da ağaçtan kazıklarla öldürülen ve çığlıkları telsizlerden dinletilen vatan evlatlarının yeri bizim yüreklerimizdedir, o çığlıkları duymayanların yanı başında durmaz onlar. Bir de katillerinin yanı başında dururlar, kulaklarında çınlar haykırışları eğer bir yerlerinde bir parça insanlık kalmışsa. Yazıklar olsun, can veren o yiğitleri hainlerle bir tutanlara. Ağabey diyordu bana telefonda, Astsubay Zülfikar, geçen gün kız arkadaşımla gezdim biraz ve kimse bacağımın takma olduğunu anlamadı. Ağabey diyordu, biraz daha uğraşırsam belki bisiklet bile sürebilirim. Daha on dokuz yaşındaydı Zülfikar, mezun olalı tam yirmi gün olmuştu, o kahpe ellerin döşediği mayınla ve bazı kalemler tarafından ululanan o hainlerin, ilk izleriyle tanışırken. Küskün veya kızgın değildi sesi, pişman veya acizde değildi. Gururlu ve biraz pusluydu sadece, bisiklet sürebilse yeterdi. Koşmayı, atlamayı, denize girmeyi feda etmişti vatanı için. Bacağını payanda yapmıştı, Kemerburgazın da üzerinde bulunan Türk egemenlik örtüsüne. Y azıklar olsun, çiçek toplayan küçük kızları öldürenlere ve yazıklar olsun o katilleri ululayan kalemlere.
KAVGANIN BİR SEBEBİ VAR, İHANETİN DE
Kavganın sebebini unutmadık, çünkü bu kavga hiç bitmedi. Kavganın sebebi vatandır çünkü bayraktır, onur ve namustur, vicdandır. Kimseye verilemeyecek olan, kimse ve hiçbir şey için vazgeçilemeyecek olan egemenlik hakkıdır. Atalarımdan bana kalmış olan ve benim çocuklarıma bırakmak zorunda olduğum mirasın vicdani sorumluluğudur. Hiçbir vicdana dayanarak reddedilemez, hiçbir çocuğun veya sevgilinin sevgisiyle değiştirilemez. Hiçbir aşağılık pazarlığa konu edilemez, namustur çünkü istiklal, öbür ihtimal ölümdür. Ben dilimle, bayrağımla, hudutlarımla yaşamak için ölmeyi kayıp veya yazık değil, şeref sayarım. Bu paha ne ile biçilirse biçilsin, kimseye yalvarmam durdurun diye, benim olana uzanmışsa el, ben durdururum ellerimle. Meğerki ölüm varmış, sevememek varmış, çiçek koklayamamak, ne gam? V ermek vicdansa eğer, akılsa susmak, pusmak, yerle yeksan olmuştur onur ve şeref.
MAYINLAR NEREDE
Mayınların yeri bilinmez, döşeyen şerefsizin yeri bilinmedikçe. Ve dağlara döşenen mayından daha tehlikeli ve kahpecedir dimağlara ve bilinçlere döşenen mayınlar. Dağlara döşenen mayın tek kalır, tek can alır. Ürer her doğumda, her okunmada zihinlere döşenen mayınlar ve ihanet her doğumda bir daha artar. Başka zihinlere bulaşır, mayınların en tehlikelisidir bu, yayılır.Dağlardaki gibi otla ve toprakla gizlenmez, sevgiyle, barışla ve daha ne kadar varsa tüm süslü kelimeler alet edilir bu gizlemeye. İşte o anda ölür kelimeler, kahreder kaderine. Kullanıcısını seçme hakkı yoktur çünkü. Sevgi, bölen ve yıkanın ağzından, aşk yataklık edenin, sinsice zihinlere mayın döşeyenin kaleminden dökülür. Ölür kelimelerde sevgi. Ve barış artık, en fazla parayı verenin yatağını doldurur, en fazla paraya yazıp çizenin elinden. En pahalı kalemler pazarlar barışı, salyaları akan bölücülerin sofrasına. Bazen bir villanın çalışma odasında ve bazen bir gazete köşesinde dokunaklı kelimelerle süslenip öylece pazarlanır barış. Pazarlığı yapılmış ve satın alınmış bir fuhuş için. Bölmek ve parçalamak için yapılan hain savaş, fuhuş yapar barışla, tecavüz eder barışa hayâsızca ve pazarlayan kalemlerin nezaretinde. Dedim ya, bu eski ve ağır bir mektuptur, Türk nereye gittiyse obasıyla, ihanet en sondaki katırla takip eder göç kolunu. Soylu atlar hızlıdır, bu yüzden biraz geç gelir ihanet, yolda haram meralardan beslenerek. Bu eski bir hikâyedir, ne kuşkanadı ne suya atılan şişe taşıyamaz, ağırdır, kanla yazılmıştır, bir kısmı Edirnekapıdadır, Çanakkalede bir kısmı ve Karsta, İzmirde, Muş ovasında, Malazgirttedir, Sakaryadadır. Bir kısmı hala yazılmaktadır, Cudide, Gabar ve Körkandilde, Masura çayında, Ali boğazında, Cehennem deresinde cehennem sıcağında yazılmaktadır, şehit Mehmetlerin kanıyla. Yazıklar oluyor, onur ve şerefe, bayrağa, vatana, kutsal olan ne varsa yazıklar oluyor, onursuz bir hayatla değiş tokuş edilirken.
BU YAZGIYI KİM YAZMIŞ?
Yazıklar oluyor yazgıya, çünkü yazgı ihanet edenin suçunu taşıyamaz, can alanın, ev yakanın, çocuk öldürenin yükü yazgıya bile ağır gelir. Kışlaya gidenin, askerden sonra evlenip çifte çubuğa bakmanın hayalini güdenin yazgısı Allahın ise eğer, çocuk öldürenin, mayın döşeyip pusu kuranın yazgısı kimindir. Kim yazar bu yazgıyı ve hangi kalem bunu yazgı diye ulular, hangi akıl buna inanır ve bu nasıl vicdandır. Bu ağır ve eski bir hikâyedir, kanla yazılmıştır ve ne kuşkanadı ne suya atılan şişe taşıyamaz, bir kısmı Edirnekapıdadır ve Edirnekapı çok uzaktır, Kemerburgazdaki bir villanın çalışma odasına. Adil Binbaşının bastığı mayının üzerinde made in Italy yazıyordu İngilizce. Ama döşeyen eller İngilizce veya Latince değil Kürtçe konuşuyordu ve Kürtçe de mayın kelimesinin nasıl söylendiği önemli değildi, taşıdığı anlam ihanetti nasıl olsa. Kimseyi haklı veya haksız bulmayan kalemler, hakkı yazar sonra,
hak için ölenlerin inadına.Böylece hakkı, batıla pazarlar aynı sabıkalı eller ve kalemler, aynı hayâsız fuhuş için. Ne gariptir ki bu kalleş ellerin döşediği mayınlara daima anayasal yolculuklara çıkanlar basar. Onlar ki; bu yolculuğa siyasal veya mukaddes yolculuklar yapılabilsin diye çıkarlar. Yazıklar olsun, baktıkları kırık camlı siyasal gözlükleri ile ödenen bedellerin mukaddesatını göremeyenlere. Yazıklar olsun!
DİL KAVGANIN VE İHANETİN SEBEBİ MİDİR YOKSA ARACI MI?
Korku salan ve öfke çağrıştıran meselelerin parçaları değil, esas gerekçeleridir aslında Türkçe dışındaki başka diller. Dil özgür olunca, Özgürlük dil olur artık ve bütün bölünmeler böyle başlar. Özgürlük daima yeni sınırlar ister.Okul der, ayrı olsun. Bürokrasi der, bu dilde anlayamıyorum ayrı olsun. Bayrak der sonra, ayrı olsun dilim ayrı nasılsa, ben de ayrıyım ve bu da varlığımın sembolüdür. Toprak der arkasından, ayrı olsun birazını bana ver, nasıl olsa daha önce dilinin, özgürlüğünün birazını vermedin mi? Hem ne olacak, birazcık topraktan ne çıkar biz kardeş değil miyiz? Özgürlük paylaşılmaz oysa. Birinin özgür olduğu yerde, diğeri özgür olanın kurallarını ve özgürlüğünü tehdit edinceye kadar özgürdür. Yani dilin de kişinin de özgürlüğü esas mülk sahibinin özgürlüğünü ve geleceğini tehdit edene kadardır. Sonrası anarşi, sonrası terör, sonrası bölücülük, kahpelik ve ihanettir. Sonra arkadan vurmalar ve mayın döşemeler başlar yollara ve zihinlere. Ama her hal ve şart altında, tüm bölücülerin yardım ve yataklığa ihtiyaçları vardır. Gizli olmalıdır yardım ve yataklık, sinsice. Kimse fark etmeden yapılmalıdır, Türkçe konuşmalıdır ama aslında başka dilde anlaşılmalıdır. Türkçe yazmalıdır işbirlikçi mektuplar ama başka lisanda anlaşılmalıdır. Acındırmalıdır ama aslında acımadan katletmelidir, dili, egemenliği ve onun bekçilerini. Yardım ve yataklık yapanın da yardıma ihtiyacı vardır. Dışarıdan. Çok uzaktan, denizler ve tarihler ötesinden. Eski kinlerden ve hesaplardan ve o hesapların sahiplerinden beslenir yataklık yapan. Para alır, vaat alır, AFERİN alır. Bu eski ve çok ağır bir mektuptur. T ürk bağımsızlığını koruyanların kanları ile yazılmıştır.Ne suya salınan bir şişenin ve nede kuşkanadının taşımaya gücü yetmez, karabaşlı kartal olsa nafile. Başlığı binlerce yıl önce atılmıştır ve Edirnekapıdaki şehit mezarlarının taşları üzerine yazılmaya devam etmektedir. Emin olun binlerce yıl daha yazılmaya devam edecektir. Türkçenin sahipleri yaşadıkça bu kanlı mektup yazılmaya devam edecektir çünkü Türkçenin ve onun sahiplerinin özgür yaşamasını istemeyenler, yollara ve zihinlere mayın döşemeye, parçalamak ve bölmek için çabalamaya, parçalamaya çalışanlara yardım ve yataklık etmeye devam edeceklerdir. Bu eski mektup bir yazıttır aslında, Türkün var oluş destanıdır, binlerce yıldır yaşlı dünyanın bağrına saplı kaidelere ve mezar taşlarına yazılır. Yazanlar asla diz çökmezler ve kimseye yalvarmazlar.Kimsenin toprağını, dilini veya özgürlüğünü istemezler ve kendilerinin olanı da kimseye vermezler. Bu bir mektuptur. Vatan, Bayrak ve Onur üzerine yazılmıştır. Vatansızlar, dilsizler, hainler, bölücüler ve toprak hırsızları gibi aczi ve acınmayı anlatmaz. Var olduğu yerde kendinden gayri herşeyi önemsizleştiren, vatan ve bayrak aşkını anlatır. Onurlu ve egemen ölebilmenin, onursuzca ve esir yaşamaktan daha önemli olduğunu anlatır. Asla diz çökmeyeceğimizi anlatır. Yüreği olan varsa gelsin de çöktürsün diye, Yüreği olan varsa okusun diye yazılmıştır.
VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN
OKTAY YILDIRIM 29-07-2006
Etiketler: birlik ve beraberlik, mehmet akif ersoy
Geçen hafta yazdığımız 7 Ekim yazımızda Darağacında boynumuza “urgan”ı kimlerin? niçin? neden?
geçirdiğini anlatmaya çalışmıştım..Tam 27 yıl sonra yani 7 Ekim 2007 tarihinde “ 15 Mehmetçiğimizin şehit” haberiyle sarsıldık.
Aynı akşam Türkiye Cumhuriyeti adına yayım yapan 120 televizyon kanalını izledim. İstisnalar
hariç…
Bir başka ülkenin televizyon kanalı gibiydiler.
Hiçbir şey olmamış gibi,
Magazin programları,
Spor programları,
Diziler,
Filmler.
Devam Ediyordu!
Sabah gazetelere baktım…
Kıyıda köşede ufak tefek haber değeri olarak yer bulmuştu(!)
Vatanın,
Namuslarının,
Mallarının
Bekçisi Mehmet!
Bir sanatçı müsvettesinin sevgilisinden ayrılması kadar yer bulmamıştı.
Ramazan bayramında oğullarını izne bekleyen aileler.
Kadir gecesi.
Çocuklarının bayrağa sarılı tabutlarını alıyor…
Ama ülkemizin televizyon kanalları hiçbir şey hissettirmiyordu…
Gazeteler ve yazarları hiçbir şey hissettirmiyordu…
Hükümet hissetmiyordu…
Sanki hissettirmek için birilerinin “düğmeye” basması gerekiyordu.!
RTÜK niye TV kanallarını ikaz etmez?
Ve onları yüreklerin toplu atması için uyarmaz?
Hükümet daha kaç canın alınmasını bekler?
Sınır ötesi operasyon kararı almak için daha kaç can kaybetmeliyiz?
Ordu mensubu olduğu 15 askeri için her şeye rağmen niçin operasyon yapmaz?
Amerika bir tek vatandaşı için dünyayı ayağa kaldırır!..
İsrail bir askeri için ülke basar!..
Avrupa bir vatandaşı için her şeyi göze alır!..
Mehmet için bu suskunluk niye?
Öz yurduna garip,
Öz vatanında paryamıdır Mehmet?
Hadi diğerleri neyse de…
Dini hassasiyetle yayın yapan gazete ve televizyonların tutumuna ne demeli?
Hani “müminler bir uzvun parçaları” gibiydi?
Yoksa Mehmet “uzvunuzun” bir parçası değil mi?
Allah aşkına bu nasıl bir imandır!...
Bir şey hissetmiyorsunuz?
Cemaatler neredesiniz?
Laiklik elden gidiyor diye ayağa kalkan
Rektörler
Her konuda fikir yürüten “Tüsiad”
İnsan hakları dernekleri,
Sivil toplum kuruluşları neredesiniz?
Ülkücüler şehit cenazelerine sahip çıktığında
“Kan üzerinden siyaset yapmayın”
“O malum işareti yapmayın” diyerek Mehmetçiği sahipsiz bırakmak isteyenler nerdesiniz?
Kim durumdan vazife çıkarmak istiyorsa “Ateş onu yaksın”
Ciğerimiz yanıyor!...
Yanmayanların Ciğeri yansın…
Ateş düştüğü yeri yakıyor…
Yanmayanların ocağı yansın!...
Bu milletin asil evlatları vatani görevleri için askere giderken cephede yan gelip yatmazken oğluna
“çürük raporu” alıp dünya bankasında yan gelip yatıranları Allah “gemicikleriyle beraber
yaksın!”
Cenab-ı Allah büyük Türk Milletini bu son kalesinde korusun ve yüceltsin…
Cafer YAYLAN
Etiketler: gundem, gündem, köşe yazıları
ABD, Ortadoğu'da BOP çerçevesinde yoluna devam ediyor. Bir sonra ki adımı kimse bilmesin diye sürekli, hedef saptırıyor. Otuz bin askerini geri çekme planları yapılırken, bundan vazgeçiyor.
Stratejik ortak Irak'tan çekilemez bölgede işi henüz bitmedi. Şu ana kadar bir milyonun üzerinde Iraklının ölmesi, Lübnan'da başlayan olaylar,Pejak ve PKK nın saldırısına devam etmesi dahil yeni planları gündeme taşıyor gibi. Irak'a verilen "iç çatışma bitmezse bölünme" vaktine sanki yaklaştık. Amerika İran ve Türkiye'den coğrafi Kürdistan'ın parçalarını koparmadan bu bölünme işini gerçekleştirir mi acaba?
Suriye'de ki parça elde bir. Türkiye'de ise demokratik AKP hükümeti var. "İkiz Yasalar" kabul edilmiş durumda. Anayasa'da değişirse, bölünme yasal yolla olacaktır. Eğitimini "kendi dili" ile yapmak isteyecek, Lozan dışı yeni etnisiteler kendilerini idare etmek hakkı isteyebilir
TBMM den. AKP İktidarı ne yapar? Sır mı sizce?
Önemli olan İran'da ki parçayı koparmak, orada ki rejimi yıkmak gibi görünüyor. Bunun için İran içinde ki muhalifler desteklenecektir. Bu bağlamda Güney Azerbaycan dediğimiz İran sınırları içinde ki bölgede yaşayan Türklerin çok dikkatli olması gerekir. İran'da tüm haklarından mahrum bir şekilde yaşayan kardeşlerimiz, İran nüfusunun nerede ise yarısına yakındır. İran'ın şovenist yaklaşımı sebebi ile ezilen bir halk durumundadırlar..Dil ve kültürel gelişmelerinin önüne hep Fars engeli çıkmıştır. Orada ki soydaşlarımıza dikkat diyorum. Onların ve bizim canımızı yakacak gelişmeler için.
Bölünmüşlükten kurtulmanın yolu, ABD nin satratejilerini takip etmeyen tam bağımsızbir Türkiye ve Azerbaycan ile olmalıdır.
ABD bölgede tüm dengeleri alt üst edecek faaliyetlere mutlaka girecektir. ABD, nasıl Türkiye için PKK yı yapılandırdı ise, İran için de Pejak devrededir.Avrupa ise PKK ile birlikte Pejak'ı koruyup kollama görevini yapmaktadır. Eylül başlarında İran Dış İşleri
Bakanı Mutteki, Almanya'ya Pejak liderinin ülkelerinde ne aradığını sordu.
Gerek PKK ve gerekse Pejak'ın görevi, sözde Kürdistan'ı kıvama getirmek, İran ve Türkiye'de terörist faaliyetler yapmaktır. PKK ile ABD nin bağı olduğunu çeşitli vesileler ile gördük. ABD li subayların PKK kamplarına gittiği, onlara silah sevkiyatı yaptıklarınıı bizzat PKK lıların söylemlerinden biliyoruz. PKK lıların yanlarında ki ABD silahları da zaten bunun açık delilidir. İran'lı yetkililer, şimdi ayni durumun Pejak içinde geçerli olduğunu söylüyorlar.
Amerikan'ın bölgede ki adımı bundan sonra ne olabilir? Yüksek sesle düşünelim bakalım: "Lübnan'da ki patlama, Irak'da ki iç savaşbenzeri görüntüler ve İran'a verilen gözdağı... Rusya'nın "ABD nin İran'a saldırma fikrine" karşı çıkması.... Ülkemizde yapılan "duble Yolların" kredisini Dünya Bankasının vermesi ve bu yolların olası savaş için hazırlandığı..... Bölge Dış İşleri Bakanlarının İstanbul'da yapacağı toplantıya evsahipliği yapmamız...BOP eş Başkanının Başbakan Tayyib Erdoğan olması...Batı yanlısı tüm siyasilerimizn konuşmalarının Diyarbakır üzerinde olması..Kerkük'ün geleceği...İsrail'in Suriye'yi bombalaması, yakıt tanklarını Türkiye'ye atması ( Topraklarımızda İsrail uçakları ne arıyor?)..Bush'un İran Devrim muhafızlarını toptan terörist ilan etmesi.
İşin önemli yanı ise batı kaynaklarının, ABD'nin İran'ı vuracağı söylemi elbette. "Nükleer Programından" güya vazgeçmeyen İran'ın her an vurulabileceğiihtimali var. Bu sefer Irak'a benzemez işler. Saddam ABD ile birlikte hareket etmiş verilen emirleri yerine getirmiştir. İran'a, İncirlikten kalkanbir uçaktan füze yollansa,İran anında karşılık verecektir.
Eski Dış işleri Bakanımız, taze Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün, bir vakitler dediği gibi : "ABD ile Türkiye'nin politikaları çakışıyorsa" eğer, otomatikman savaştayız. Hele Fransa'nın " İran'la savaş çıkabileceği" yolunda ki açıklaması, safların sıklaştığının göstergesidir. Unutmayalım ki 1. Dünya savaşında paylaşım Osmanlı Devleti üzerinden olmuştur. Olası İran Savaşı ya da 3. Dünya Savaşı sonrasında pay kapmak için, Fransa tarafını açıklamış bulunmaktadır. İngiltere'nin safı ise zaten ortadadır. Almanya'nın zarara girmeyeceği bir cepheyi tercih edeceği ortadadır. Çin, Hindistan ve Rusya'nın, ABD karşısında olacağı kesindir. Nasıl İran'ı destekleyerek.
Türkiye Batının her istediğini yapıyor neden hedef olsun diyenler çıkacaktır. Batı güçlü bir Türkiye hele şu anki toprak bütünlüğünü istememektedir.
Yasal yollarla bölünmeyi kabul etmeyecek Türkiye için, İç Savaş planı olduğu sır değildir. BOP planında sınırların değişmesinin, "kanlı mı kansız mı?" olduğunun kabulü ülkelere bırakılmıştır bir şekilde.
Ülkemizde ve bölgemizde ki gelişmelere bakarak, mevcut iktidar bu işlerin üstesinden gelebilir mi tereddütündeyim
Tehdit altında ki İran'a olası saldırının asıl hedefi İran mı, Türkiye' mi endişesini taşıyorum.
26 Haziran 2006 da bir yazı yazmış ve Şırnak'ın Silopi ilçesinde ABD nin üs kurup kurmadığını irdelemiştim.
"ABD, Silopi İlçesi ile Habur Sınır Kapısı arasında bin dönümlük arazide, helikopter pisti, hastane, çok amaçlı kullanılabilecek binalar,park alanları ve çeşitli sosyal faaliyetleri kapsayan altyapı çalışmalarına hızlı bir şekilde başladı. İnşaatına 2006 Nisan ayının ortalarında başlanan üs, Black Hawk adında bir Amerikan firması tarafından yapılıyor. İnşaat yetkilisi Talip Karataş,
yaptığı açıklamada, yaklaşık 2 aydır çalışmalara başladıklarını ve inşaatın 1 yıl sonra biteceğini belirterek,"Buranın bize, resmi olarak TIR parkı olacağı bildirildi, dedi” ( Kent haber- 24.6.2006)
Muhtemelen bahsi geçen yer bitmiştir.
Tüm bu gelişmelere bakarak, 3.Dünya Savaşı ya da kıyamet kapımızda desek komplo teorisi mi üretmiş oluruz?
Neval Kavcar
Etiketler: gündem, köşe yazıları
Hepimizin malumu… Hrant Dink adlı bir suçlu, ömrünün ilk çeyreğini doldurmamış gençler tarafından öldürüldü. Bir suçlu da olsa can güvenliği Türk devletine teslim edilmiş bir kişinin öldürülmesi elbette kabulü mümkün olmayan bir olaydı ve hepimizce kınandı. Ancak bu suçlunun öldürülmesi akabinde gelişen olaylar bize nasıl bir coğrafyada yaşadığımızı tekrar hatırlattı.
Dedelerinin Türklere yönelik mide kaldırmayacak işkence ve zulümlerine karşılık ülkemizde bizler kadar hatta bizden daha fazla “yaşayabilen” Hrant Dink bununla yetinmiyor, Türk kanını zehirli ilan ediyordu. Türk mahkemelerince suçluluğu teyid edildi. Türklüğe hakaret etmek de hiçbir mahsur görmeyen bu Ermeni de yüzsüzlüğün dozunu artıtrararak güya Türkiye’yi başta AB dünya kamuoyu önünde zor durumda bırakmak için çirkin ama bir o kadar da zavallı bir oyuna başvurdu: “Şayet suçlu ilan edilirsem Türkiye de durmam, ülkeyi terkederim”.
Çok da umrumuzdaydı, nereye giderse gitsin.
Ancak derdi başkaydı. Böylece tehcir hadisesini hatırlatabileceğini, bir Ermeni’nin Türkiye’de yaşatılmadığını dünyaya hatırlatacak; Türkiye’yi zor durumda bırakacaktı. Korkmamızı bekliyordu. “Aman bu adamı işlediği büyük suça rağmen beraat ettirelim yoksa Türkiye’yi terkeder ve şu zor günlerde biz yeniden tehcir ve soykırımı iddialarına karşı tezsiz kalırız” dedirtmeye çalışıyordu. Türk mahkemeleri, kendilerini zeki zanneden bu adamların oyunlarına gelmedi. Böyle ucuz tehditlerle Türk adaletini saptırabileceklerini sanmaları ise ülkemiz için büyük bir ayıptır ki o ayrı bir mesele.
Elbette blöf ortraya çıktı ve Hrant Dink gibi hiç bir özelliği olmayan bir adamın sadece Ermeni diye baş üstünde tutulduğu, sadece Türklüğe hakaret ettiği için itibar göreceği tek yer Türkiye olduğu için Hrant da hiçbir yere gidemedi.
Bu olaylar zaten herkesin malumu. Yeniden gündeme getirmemiz bir internet sitesinde işin tekniğine vakıf birinin, Ozan Arif ve İsmail Türüt’ün bir ortak çalışmasına çektiği sanal klip üzerine yaşanan gelişmeler…
Zorlama bir yorumla şarkı sözlerinden o gün ve yasin suresinin kastedilidği bölümden olaya karışanların ismi çıkarılabilir.
Yılmaz Özdil daha yeni yazdı, buyrun bir Sezen Aksu şarkısı…
"Ne HAYALlerle ne ümitlerle
Mutlu olmaktı dileğimiz
SUÇLU ne sensin
ne de benim...
Şimdi sensizim sen de bensiz
Her şey bir anda
anlamsız gelecek
İşte biz O GÜN tükeneceğiz..."
Hadi buyrun, hem hayal hem o gün hem suç hem de Sezen Aksu. Bir azmettirici davası ne güzel gider Sezen Aksu’ya değil mi? Hayalli o gün lü cinayet li bulutsuzluk özlemi şarkılarını gündeme getirmiyorum bile.
Bu dava neden Sezen Aksu’ya değil de Ozan Arif ve İsmail Türüt’e açılıyor? Ne farkları var yazdıklarının? Aralarındaki fark Türüt ve ozanın milli konulardaki hassasiyeti değil mi? O halde onları mahkemelere sevkedip Sezen Aksu’ya susanlar aslında bu cinayetin milli bir hassasiyetle işlendiğini kabul etmiş hatta cinayeti bir parça onaylamış olmuyorlar mı? Yoksa yargılanan ikisinin şahsında Türk milliyetçiliği mi?
Gazetelerden okuyoruz, şarkının söz yazarı ve seslendiricisi suçu övmekten yargılanıyorlarmış. Aşırı zorlama yorumlara kaçarak o sözlerden övücü bir anlam çıkarıldığını farzedelim. Ama buraya bir düşünce parantezi açıp okjuyucularımızı ikaz etmeyi de ihmal etmeyelim. Aman bundan sonra ne hayal kurun ne de geçmiş günleri “o gün” diyerek anın. Maazallah suçu ve suçluyu övmek ithamıyla soluğu mahkemkede alırsınız.
Konumuza dönelim. Farzı muhal o sonucu çıkardık. Pekala Türk mahkemelerine göre Hrant Dink suçlu değil miydi? Onu övenler suçu ve suçluyu övmüş olmuyor mu? Bir insanın buna hayır olmuyor demesi için ya aşırı gerizekalı bir moron yahut Türklüğe düşman herşeyin yanında saf tutan bir satılık haysiyetsiz olması gerekiyor. Bir suçluyu yani Hrant Dink’i alenen öve öve bitiremeyenlerin suçu ve suçluyu övmekle yargılanmadığı bir ülkede zoraki yorumlarla aksi beyanlara rağmen iki kişiyi bu ithamla mahkeme önüne çıkarırsanız bize düşen yere batsın adaletiniz demek olacaktır.
Bu ülkenin üretime ihtiyacı var, amenna; bu ülkenin eğitime ihtiyacı var, amenna; bu ülkenin asayiş sorununu çözecek kararlı yöneticilere ihtiyacı var, amenna ve sadakna ama bu ülkede ihtiyacı en çok hissedilen şey derhal cesur ve adil savcılardır. Hrant Dink adlı suçluyu öve öve bitiremeyenlerin suça ve suçluya övgü sebebiyle yargılandığı günler Türk adaletinin taçlandığı, Türkiye’nin şahlanışa geçtiği günlerin başlangıcı olacaktır.
Son söz olarak bizim malum şarkıyla ilgili düşüncelerimizi soranları merak da bırakmayalım. Beğendik. Karadeniz bölgemizi karıştırmayı başaramayacaklar. Türkiye’nin en çok şehit veren, inançlı insanlarının yaşadığı karadenizde Fatihalarda bitmez, Yasinlerde… O gün de bitmedi, bugün de bitmez, yarın da bitmeyecek. Kimse hayal kurmasın.
Sözümüz meclisten dışarı, oldu mu efendim, rahatladınız mı?
“Yüce Tengri dost oluban medet irsün, hanım hey”
A. Afşin EFKARLIOĞLU
Etiketler: gündem
Hakkında, terör örgütü üyesi olduğu suçundan Ağır Ceza Mehkemesin'de dava açılan İ.Ş. savcılığa verdiği ifadede inanılmaz itiraflarda bulundu. Van'ın Başkale ilçesinden İran'a geçerek, buradan Irak'ın kuzeyindeki terör örgütü PKK'nın kamplarına katılan İ.Ş., Mesud Barzani'nin liderliğini yaptığı Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) yetkililerinin terör örgütünden kaçan teröristlerden "peşmerge" olmalarını istediğini bildirdi.
Terör örgütünün Irak'ın kuzeyindeki Hakurk kampında bir ay boyunca inşaat işlerinde çalıştırıldığını belirten İ.Ş., kendisine silah eğitimi verilmediğini, kötü muameleye maruz kaldığını söyledi: "Bir ay boyunca erzak toprağa saklama işlemlerinde çalıştırıldım. Bana silah eğitimi verilmedi. Silahsız olarak nöbet tuttum. Ancak buradaki 'Baver' kod adlı sorumlu bize kötü davranıyordu. Ben namaz kılarken, benim namazlığıma basıp, dinime ve kitabıma küfür etti. Bu şahıs bana, 'Bizim dinimiz kitabımız Abdullah Öcalan'dır' dedi. Namaz kıldığım için bana çok kötü davranıldı. Bu durumdan rahatsız olan çok sayıda örgüt üyesi vardı. Bu nedenle İranlı 'Şoreş' ve 'Rızgar' adlı örgüt üyeleriyle kaçmaya karar verdik."
(www.8sutun.com, 9-2007)
- Ben Bir TÜRKÜM !...
Ben;
Orta Asya'dan Türeyen, Anadolu'da Büyüyen, Avrupa İçlerine Yürüyen TÜRK'üm !- Ben;
Dağlarda Gemi Gezdiren, Taşlara Destanlar Kazdıran, Tarihi Baştan Yazdıran, TÜRK'üm ! - Ben;
Adalete, Ben Mertliğe Örnekler Veren, Ölüm - Kalım Savaşına Gülerek Giden, Yeryüzünde Her Murada Eren TÜRK'üm ! - Ben;
Sancaklara, Tuğlara Baş Eğdiren, Beylere, Paşalara Hil'at Giydiren, Kılıcını Üç Kıt'ada Gezdiren TÜRK'üm ! - Ben;
Atilla'yı, Yavuz'u, Fatih'i Var Eden, Kralları, İmparatorları Kendisine Yar Eden, Düşmanına Dünyasını Dar Eden TÜRK'üm ! - Ben;
Şahları, Sultanları Kul Edinen, Altınları, Elmasları Pul Edinen, İncili Kaftanları Çul Edinen TÜRK'üm ! - Ben;
Zafer Rüyasını Görenlere Saç Yolduran, Hezimete Uğratıp, Ümitleri Solduran, Müzelerde Baş köşeleri Dolduran TÜRK'üm ! - Ben;
Damarlarında Asil Kanın Aktığı Irkım, Benden Bahseder Destanım, Ağıtım, TÜRK'üm, - Ben TÜRK'üm, Taa İliklerime Kadar
TÜRK 'üm !.. Ya Siz Kimsiniz ?
BUYUK ISKENDER, FELSEFENIN DUAYENI SAYILAN ARISTO'YA BIR MEKTUP YAZAR.
''ZAPTETTIGIM TOPRAKLARDAKI INSANLARI TAHAKKUMUM ALTINDA TUTABILMEK IÇIN NELER YAPMALIYIM ''DIYE GORUS BEYAN EDER;
1- ULKENIN ILERI GELEN INSANLARINI SURGUNE MI GONDEREYIM ?
2- ULKENIN ILERI GELEN INSANLARINI HAPSE MI ATAYIM ?
3- ULKENIN ILERI GELEN INSANLARINI KILICTAN MI GECIREYIM ?
ARISTO' NUN CEVABI :
1- SURGUNDE TOPLANIP SANA KARSI BASKALDIRIRLAR,
2- HAPISHANELER MILITAN YUVASI OLUR, KONTROLDEN CIKAR,
3- ONLARDAN SONRAKI KUSAK INTIKAM HIRSIYLA BUYUR, TAHTINI SALLAR.
COZUM OLARAK SU NASIHATI VERIR:
''INSANLARIN ARASINA NIFAK TOHUMLARI EKECEKSIN, BIRBIRLERIYLE SAVASINCA HAKEM OLARAK KENDINI KABUL ETTIRECEKSIN, AMA ANLASMAYA GIDEN BÜTÜN YOLLARI TIKAYACAKSIN. ''
Biri Amerika mi dedi !!!
(Dicle Üniversitesi sitesinden alıntıdır)
Etiketler: Dicle üniversitesi, tarihçe
Batuhan ÇOLAK- batuhancolak@mynet.com
Üniversiteler, bir ülkenin geleceğinin teminatı olan, stratejik öneme sahip eğitim kurumlarıdır. Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde gençliğin ve dolayısıyla üniversitelerin önemi bir kat daha artmaktadır.
2000 sonrasında değişen dünya ekonomisi ve beraberinde getirdiği siyasi çatışmalar, 11 Eylül saldırıları ve ardından gelen Büyük Ortadoğu Projesi’ni içeren zaman diliminin, ilerleyen zamanlarda tarih bilimciler tarafından ‘yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı’ olarak yorumlanması büyük bir ihtimaldir. Bu süreçte hem bulunduğu konum hem de, taşıdığı zenginlikler bakımından Türkiye, her geçen gün daha zor bir döneme girmektedir. Bu bağlamda çeşitli odakların senaryolarını Türkiye’nin üzerine kurgulaması da, bu tespitimizi doğrular niteliktedir.
Bu bakımdan terörün, dış baskı odaklarının en büyük hedefi ve de coğrafi olarak dünyanın yeni merkezi olan Türkiye’deki üniversiteler sadece Türkiye’yi değil, Türkiye’nin dışındaki güç odaklarının da ilgi alanına girmektedir. Bu noktadan hareketle üniversitede okuyan gençliğimizin, geleceğimizin aynası olarak görülmesi çok doğru bir tespit olacaktır. Bu tespitin iyi algılanması hem Türkiye’nin geleceği hem de gençliğin yetişmesinde önemli bir adımdır.
Bu kısa hatırlatmalardan sonra konumuza dönecek olursak, Türkiye’nin geçmişten günümüze terörizmle sürekli olarak uğraşmak zorunda kaldığını görebilmekteyiz. Üniversite gençliği üzerinde 1970’li yılların başından itibaren yaygınlaşan Marksist-Leninist ideolojiler, gençliği bir anda örümcek ağına çekmiştir. Genel itibariyle dış kaynaklı görünen bu ideolojilerin aşırılık sergilemesi sonucu ortaya çıkan terör faaliyetleri bir çok gencimizin hayatını kaybetmesine, yaralanmasına, geleceklerini kaybetmesine, her şeyden önemlisi de Türkiye’nin bugünkü yönetiminde olacak bir neslin sokaklarda yitirilmesine yol açmıştır. 1970’li yılların başından itibaren başlayan bu marjinal anti milli terör grupları Türkiye’yi bir anda sarmış ve 1980 Askeri Darbesine kadar devam etmiştir. Askeri müdahalenin sert bir çizgide seyretmesi hem demokratikleşme açısından hem de gelecek açısından Türkiye için acı bir tecrübe olmuştur. Kimi gençlerimiz idam sehpalarında, kimileri hapislerde yaşamlarını yitirmiştir. Bu gerçekleri unutmamak ve hatırlatmak hem günümüz hem de geleceğimizin teminat altına alınması için çok önemli bir gerekliliktir. Geçmişten ders aldığımız gün, geleceğimizin kurtuluşu sağlanacaktır.
Sovyet Ansiklopedisi, terörizmi “şiddet yoluyla sınıf ve politik düşmanların ortadan kaldırılması” olarak tanımlamıştır. Bu tanım aslında gençliğimizin terörizm pençesine nasıl düşürüldüğü bir nevi bize kanıtlamaktadır. Türkiye’nin büyük kayıplarına yol açan Marksist Leninist çizgideki terör gruplarının menşei Sovyet ülkeleri gibi görünse de, aslında başta komşu ülkeler olmak üzere birçok dış güç tarafından el altından desteklenmiştir. Çünkü güçlü bir Türkiye ve güçlü bir Türk Gençliği hiçbir ülkenin işine gelmemektedir. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı öncesindeki durumunu arzulayanlar gerçek yüzlerini bugün de sergilemekten kaçınmamaktadırlar.
1980’den önce Marksist-Leninist grupları, 1980’den sonra bölücü terör örgütü PKK’yı destekleyen güçlerin içinde Müslüman ülkelerin de olması (Filistin gibi), terör uzmanlarının da belirttiği gibi Terörün; dininin, ırkının, milletinin olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu kapsamda özellikle milli devletlerin üzerinde kara bir bulut olarak dolaşan terörizm faaliyetleri bir amaçtan çok, devletler arası psikolojik savaşta araç görevi taşımaktadır.
Tüm bu bilgiler ışığında Askeri müdahalenin yaşandığı 1980 yılından sonra azalan Marksist-Leninist çizgideki terör grupları yerini ASALA ve PKK gibi profesyonel anlamda insan kıyımı sergileyen örgütlere bırakmıştır. 1984 yılında PKK’nın ilk terör eylemi ile birlikte ASALA’nın da kendini fesh ederek bölücü örgütle işbirliğine gitmesi, Türkiye’nin terörle mücadelesini PKK üzerinde kilitlemiştir. PKK terör örgütünün oluşturduğu bu teklik olumlu gibi gözükse de, dış güç desteğinin de çeşitli terör gruplarında parçalanarak etkisini yitirmek yerine tek bir örgütte yani PKK’da toplanmasına yol açmıştır. Bu durum da beraberinde güçlü bir terör örgütünün oluşmasına ve Türkiye’nin karşısına ciddi bir tehdit olarak çıkmasına neden olmuştur.
PKK’nın 1990’lı yılların başında başlattığı siyasallaşma kapsamında kurulan HEP (Halkın Emeği Partisi) birçok açıdan Türkiye’de terörün hangi noktaya geldiğini bizlere somut bir şekilde göstermiştir. Özellikle 1991 genel seçimlerinden sonra mecliste kendine yer edinen bu oluşum hem siyasi bir söylem geliştirirken, hen de Türkiye’deki kürt kökenli vatandaşlar arasında da önemli bir popülarite kazanmıştır. Fakat bu durum fazla uzun sürmemiş, Leyla Zana ve arkadaşları tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tarihine kara bir leke olarak geçen Kürtçe yeminle birlikte farklı bir zemine taşınmıştır.
Terör örgütü PKK için siyasallaşmanın doruk noktaya ulaştığı 1990’ların başından itibaren, üniversiteler örgüt için önemli bir potansiyel görüntüsündeydi. Özellikle üniversitelerdeki kürt kökenli öğrencileri hedef seçen PKK, bunu çeşitli organizasyonlar, dernekler, sivil kuruluşlar üzerinden gerçekleştirerek bugünler için siyasi söyleminin oluşturulmasını sağlamış, aynı zamanda da örgüte yandaş sağlayarak etkin bir propaganda gütmüştür. İşte 1990’lı yılların başından beri gençlik üzerine bu kadar yoğunlaşan bölücü örgüt 2000’li yıllara gelindiğinde 1990 yıllardan itibaren temellerini attığı yapılanmaların meyvelerini toplayama başlamıştır. Özellikle 2002 yılından sonra çıkarılan AB’ye uyum yasalarının, sivil toplum örgütlerine büyük haklar ve dokunulmazlıklar sağlaması bölücü örgütün faaliyetlerini yasal yollardan rahatlıkla yapabilmesinin önünü açmıştır. Çıkarılan bu yasalar başta demokratikleşme için çok güzel bir gelişme olarak algılansa da, terör örgütüne sağladığı kolaylıklar çerçevesinde yeniden ele alınması ve çıkarılan bu AB kökenli yasalarının demokratikleşme çerçevesi tekrar gözden geçirilmelidir.
Anlattığımız durumu biraz daha somutlaştırmak gerekirse üniversitelerimizde son yıllarda meydana gelen birkaç olayı paylaşmakta fayda vardır. Bu olayların medyaya yansımamış olması da, gerçekler gizleniyor mu sorusunu akıllara getirmekte…
***
Tarih: 30 Mayıs 2007
Yer: İstanbul Üniversitesi Vezneciler Kampüsü
İstanbul Üniversite’nin öğrenci kulüplerinden bir tanesi olan Halk Bilim Kulübü tarafından bir organizasyon düzenleniyor. Organizasyon yönetimden izinli olarak İstanbul Üniversitesi Vezneciler Kampüsü’nde gerçekleşiyor. Fakat skandal bundan sonra başlıyor… Bir çok üniversite öğrencisi büyük gruplar halinde ‘bahar şenliği’ adı altında konsere götürülüyor. Konsere çağırılan müzik grubu; “Grup Yorum”… Birçok üniversite öğrencisinin bilemeyeceği ve masumca konserine gittiği bu grup hem şarkılarında, hem faaliyetlerinde PKK’yı sembol olarak görüyor ve örgütü destekleyen çalışmalar yapıyor. Buna rağmen Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olan İstanbul Üniversitesi’nde gencecik beyinlere konser veriyor ve sapkın ideolojilerini yasal yollardan aktarabiliyor.
Tarih: 14 Mart 2007
Yer: Çukurova Üniversitesi Kampusü
Ülkemizin bir diğer önemli üniversitesi Çukurova’da 13 Mart 2007 günü R-1 derslikleri önünde toplanan 100 kişilik öğrenci grubu sözde Halepçe Katliamını anmak için toplanıyorlar. Irak’taki kürt kökenliler üzerine yapılan sözde basın açıklaması amacının dışına taşarak Türkiye’ye hakarete dönüşüyor. Ve üniversite öğrencisi yaklaşık 100 kişi “katil devlet hesap verecek”, “faşizmi döktüğü kanda boğacağız”, “Kürt ulusuna özgürlük”, “katil polis hesap verecek” sloganları atılarak bir basın açıklaması düzenleniyor. İşin garip yanı bu üniversitemizde bahar şenliklerinde apo posterleri bir gün boyunca yine aynı noktada sergilenmişti. (Geçen sene mayıs ayında Apo posterlerinin asıldığını ve bölücü örgüt yandaşlarının baskı kurduğu bir üniversite. Asılan paçavraların medyaya yansıması üzerine bir öğretim üyesinin bölüm başkanlığından istifası etti ve paçavraların asıldığı R–1 kantini yıkılıp yerine derslik kuruldu. Bizzat Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla açılan soruşturmalar neticesinde olayın geçtiği yere Türk Bayrağı asıldı.)
Tarih: 15 Mart 2007
Yer: Ege Üniversitesi
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde toplanan Sosyalist Gençlik Derneği, Sosyalist Demokrasi Gençliği, Yurtsever Özgür Gençlik Hareketi üyesi bir grup öğrenci basın açıklaması yapıyorlar. Basın açıklamasında “Bir çok ilde DTP’li yöneticilerin tutuklandığı, Abdullah Öcalan şahsında tüm Kürtlerin zehirlendiği” gibi mesnetsiz ve son derece bölücülük taraftarı olan söylemler sergileniyor. Bu söylemlerin yanı sıra atılan Apo sloganları ne yazık ki kampus alanı içerisinde yapılıyor.
Tarih: 10 Mayıs 2007
Yer: Ankara Üniversitesi
Ankara Gençlik Derneği adı altında etkinlik gösteren PKK sempatizanlarının bu seferki yeri ise Ankara üniversitesi… 10 Mayıs 2007 günü okula Kürtçülerin değişmez ismi Grup Yorum çağırılıyor. Saat 15.30 gibi başlayan etkinlikler ne yazık ki PKK sloganları gölgesinde akşam 19.30 a kadar konserlerle sürüyor. Öğrencilerin bu duruma kalabalık bir şekilde iştirak etmesi 2007 Türkiye’sinde üniversitelerimizin geldiği noktayı gözler önüne seriyor.
Tarih: 11 Mayıs 2007
Yer: Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)
Türkiye’nin tüm üniversitelerinden olduğu gibi ODTÜ’de de her yıl bahar şenlikleri yapılır. Bu şenliklerde artık bölücülük yapmak bir gelenek haline gelmiştir ki, her sene Grup Yorum gelip Türkiye’nin en zorlu eğitiminin verildiği ODTÜ’de konser verir. Grup Yorum yine 2007 senesinin 11 Mayıs günü üniversiteye gelerek büyük bir konser veriyor. Konsere katılımcı sayısı da oldukça fazla (10 bin dolaylarında), bilmeyenler için söyleyelim tüm bu etkinlikler okulun içerisinde yapılıyor. Konser sonrasında yaklaşık 1000 kişilik grup ODTÜ’nün içerisinde halaylar ve zılgıtlar eşliğinde sloganlarla yürüyeşe geçip gövde gösterisi yapıyor ve tek bir tepki ya da engelleme gelmiyor. Bahar şenlikleri bu gibi etkinliklerle yapılıp geçiriliyor öğrenciler mutlu, Türkiye mutlu!
***
Geleceğimizin aynası olarak nitelendirdiğimiz bu kurumlarımızda bu denli rahat bölücülük yapılması, terörle mücadelede sorgulanması gereken önemli bir boşluğa işaret etmektedir. Özellikle tutuklanan bir çok örgüt üyesinin aynı zamanda üniversite öğrencisi olması acı bir gerçektir. Yukarıda verdiğimiz sadece birkaç örnekten de anlaşılabileceği üzere en önemli üniversitelerimiz bölücü örgütlerin propaganda merkezleri haline getirilmek istenmektedir. Üniversitelerde yapılan bu bölücü faaliyetlerden sonra hiçbir yasal yaptırıma gidilmemesi ve bu sözde öğrenci grupların terör örgütüne açıkça yandaş sağlaması kabul edilebilir bir durum değildir.
Sonuç olarak PKK terör örgütü üniversiteler üzerinde yoğun bir çalışma yapmaktadır. Bu çalışmalar 1990 yılların başından itibaren büyük maddi yatırımlarla da desteklenebilmektedir. Üniversiteler bünyesindeki öğrenci kulüpleri, dernekleri v.s oluşumlar öğrenciler için önemli bir sosyal aktivite alanı iken, bu tipteki terör yandaşı faaliyetler yüzünden farklı bir boyuta geçmektedir. Tüm bunlardan yola çıkarak başta üniversite yönetimlerine ve bu kapsamda terörle mücadeledeki diğer resmi kurumlara büyük görevler düşmektedir. Biz sivil vatandaşların görevi de, devletin kurumlarını bu gibi durumlardan haberdar etmektir.
Etiketler: köşe yazıları, üniversite
“ Öğretmenler yeni nesil sizlerin eseri olacaktır. ”
Türkiye Devleti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal’in şu eşsiz vecizesi ile ortaya atılan düşünce; bir öğretmenin neler yapabileceğini ortaya koymaya yetecektir.
Türk milletinin evlatlarından birçok beklentisi olan Türk milliyetçilerinin öğretmenlere duyduğu derin sevgi ve muhabbete dayanarak Doğankaya İlköğretim Okulu olarak siz değerli arkadaşlarımıza başvurmakla engelleri aşacağımız kanaatine varmış bulunmaktayız.
Doğankaya İlköğretim Okulu’ndaki bulunmakta olan Kütüphanemizi genişletmek ve okulumuzda eğitim alan öğrencilerimize destek olmak, onlara daha fazla imkan sunmak için siz değerli arkadaşlarımızın desteklerini beklemekte olduğumuzu belirtmek isteriz.
Sizlerden beklediğimiz duyarlılık içerisinde bir okul kütüphanesinde öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikteki Ansiklopedi, Masal, Hikaye, Roman ve Araştırma kitaplarına ihtiyacımız olduğunu belirtiyoruz.
Bu konuda sizlerden gelecek yardımları beklemekte olan onlarca öğrencinin geleceğini, umutlarını ve yarım bırakmayacağınız gönülden inanıyoruz.
İrtibat:
Doğankaya İlköğretim Okulu
Türkçe Öğretmeni
Ahmet DİKTERE
0536 452 07 39
Adres : Doğankaya İlköğretim Okulu
Düzköy / Trabzon
Etiketler: doğankaya ilköğretim okulu, eğitime destek, kitap yardımı
Boykot ve hüzün yılının çilesi, Tâif‘te taşlanması, müşriklerin gün geçtikçe artan zulmü, Kâinatın Efendisi‘nin üzüntüsünü çoğaltmıştı. Zorda kalanların tek sahibi olan Allah, kulu ve elçisini sevindirdi.
Receb ayının yirmi yedinci gecesi Cebrail [a.s] Peygamberimiz‘e geldi. Onu, burak isimli binitle Mescid-i Aksa‘ya getirdi. Mescid-i Haram ile Aksa Mescidi arasındaki bu yolculuğa “isrâ“ denir.
“Kulu Muhammed ‘i bir gece, Mescid-i Haram ‘dan kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ‘ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi işiten, her şeyi gören O‘dur“ (isrâ 17/1).
Nasıl olduğunu bilemeyeceğimiz bir şekilde yedi kat semayı aşarak zaman ve mekân kavramları üstü olan Cenâb-ı Allah‘la aracısız görüşen, konuşan, tekrar yeryüzüne dönen Peygamberimizin yolculuğunun bu aşamasına da “mi‘rac“ denir.
Resûlullah (s.a.v) bu yolculuğunu şöyle anlatır:
“Ben Hatim‘de (Kabe‘nin dışındaki avluda bulunan, etrafı yüksek olmayan duvarla çevrili bir bölümün adı) uyku ile uyanıklık arası bir durumda bulunuyordum. O sırada Cebrail geldi ve göğsümü yardı. Kalbimi zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Göğsümü eski haline getirdi. Katırdan küçük, eşekten büyük, burak isimli bir binit getirdi. Bindirildim ve Cebrail eşliğinde Mescid-i Aksâ‘ya vardık. Namaz kıldım. Bütün peygamberler de benimle namaz kıldı.
Yüce makamlara çıkacak bir mi‘rac kuruldu. Nihayet dünya semasına vardık. Cebrail gök kapısını çaldı.
- Kim o, denildi. Cebrail,
- Cebrail‘im, dedi.
- Yanındaki kimdir, diye soruldu.
- Muhammed, diye cevap verdi.
- Göğe çıkmak için ona vahiy ve mi‘rac daveti gönderildi mi, diye soruldu. Cebrail,
- Evet gönderildi, diyerek tasdikledi.
- Merhaba gelen zata! Bu gelen kişi ne güzel yolcu, denildi ve gök kapısı açıldı. Ben birinci semaya varınca orada Âdem peygamber ile karşılaştım. Cebrail bana,
- Bu senin baban Âdem‘dir, ona selâm ver, dedi. Ben de selâm verdim.
- Merhaba hayırlı, iyi oğlum, Sâlih peygamber, dedi.
Sonra, Cebrail benimle yukarı yükseldi, ikinci semaya geldi. Kapıyı çaldı. Aynı sorular orada da soruldu, ikinci semada Yahya ve isâ peygamberle karşılaştım. Yahya ile İsâ teyze oğullarıdır. Cebrail bana,
- Bu gördüklerin Yahya ile İsa‘dır. Selâm ver onlara, dedi. Selâm verdim. Onlar da bana,
- Merhaba hayırlı kardeş, Sâlih peygamber, dediler. Sonra üçüncü semaya yükseldik. Orada da aynı sorular soruldu. Kapı açıldı. Üçüncü semada Yusuf peygamberle karşılaştım. Cebrail bana,
- Bu gördüğün Yusuf‘tur, selâm ver ona, dedi. Selâm verdim. O da selamımı aldı ve bana,
- Merhaba hayırlı kardeş, Sâlih peygamber, dedi. Tekrar yükseldik ve ta dördüncü semaya vardık. Cebrail kapıyı çaldı. Aynı sorular soruldu. Kapı açıldı. Dördüncü semada İdris peygamberi gördüm. Cebrail,
- Şu gördüğün İdris‘tir. Ona selâm ver, dedi. Selâm verdim. Selâmımı karşıladı ve,
- Merhaba Sâlih kardeş, sâlih peygamber, dedi. Yükselerek beşinci semaya vardık. Onun da kapısını çaldı, soruları cevapladı. Kapı açıldı. Beşinci semada Harun peygamberle karşılaştım. Cebrail,
- Bu Harun‘dur. Ona selâm ver, dedi. Ben de selâmladım. Harun selâmımı aldı ve,
- Merhaba Sâlih kardeş ve Sâlih peygamber, dedi. Oradan Cebrail benimle altıncı semaya yükseldi, gök kapısını çaldı. Kapı açılınca Musa peygamberle karşılaştım. Cebrail Musa‘ya selâm vermemi söyledi, ben de selâmladım. Musa,
- Salih kardeşe ve Sâlih peygambere merhaba, dedi. Ben Musa‘nın yanından ayrılınca, Musa ağlamaya başladı. Musa‘ya,
- Niçin ağlıyorsun, denildi. O da,
- Benden sonra bir genç peygambere biat olundu ki, onun ümmetinden cennete girenler, benim ümmetimden cennete girenlerden daha çoktur da ona ağlıyorum, dedi. Sonra Cebrail benimle yedinci göğe yükseldi. Gök kapısını çaldı. Kapı açılınca İbrahim peygamberle karşılaştık. Cebrail bana,
- Bu baban İbrahim‘dir. Selâm ver ona, dedi. Selâmladım. Selâmımı aldı ve bana,
- Ey hayırlı oğul, ey Sâlih peygamber merhaba, dedi. Cebrail ile yükseliş devam etti. Cebrail,
- işte burası sidretü‘l-müntehâdır, dedi.
Peygamberimiz (s.a.v) sidretü‘l-müntehâdan sonra yolculuğuna yalnız devam etti. Aklın izah edemeyeceği mucizelerle, Yaratıcı ile arasındaki perdeler kalktı. Habibullah‘a Rabb‘in en büyük âyetlerinin bir kısmı gösterildi.
Peygamberimiz (s.a.v) isrâ ve mi‘rac mucizesini anlatınca; müşrikler hem hayret ettiler hem de sevindiler. Resûlullah‘ın yalan söylediğine dair delil bulduklarını zannettiler. Müşriklere göre bu hadise, müslümanları çözecek, büyük bir çoğunluğun İslâm‘dan caymasını sağlayacaktı.
Bu sevinçle bazıları Hz. Ebû Bekir‘e giderek,
- Ey Ebû Bekir! Muhammed‘in söylediklerini hâlâ tasdik edecek misin? O, Aksa Mescidi‘ne götürüldüğünü, oradan semaya yükseldiğini ve aynı gece tekrar Mekke‘ye döndüğünü söylüyor, dediler. Hz. Ebû Bekir (r.a) hiç tereddüt etmeden,
- Şayet Muhammed bunu söylemişse mutlaka doğru söylemiştir, deyince Kureyşliler,
- Bu konuda onu tasdik edecek misin, diye üstelediler. Hz. Ebû Bekir (r.a),
- Ben bundan fazlasını tasdik etmişim. Ona vahiy gelmiyor mu, diyerek müşrikleri susturmuştur.
Kureyşliler isrâ ve mi‘rac mucizesini istismar ettikçe ve bu vesileyle İslâm‘a saldırdıkça; insanlar Allah elçisini daha çok merak ederek, onunla tanışmak istiyor, Kur‘an dinliyor, İslâm ve peygamberi hakkında bilgi sahibi oluyorlardı.
Yüce Yaratıcı, Mi‘rac gecesi Habibi‘ne aracısız vahyetti. Müslümanlara her gün beş vakit namaz kılmaları, kıldıkları bu namaza elli vakit namaz sevabı verileceği muştusu verildi. Yine.şirk hariç tüm günahların atfedilebileceği, cennete ilk girenlerin müslümanların olacağı müjdesi ile birlikte, Bakara sûresinin son iki âyeti verildi.
Yarattığı tüm nimetleri insanlara sunan Allah, son peygamberin getirdiklerine inanan, O’nu rehber edinen ve O’nun ölçülerinde yaşamaya çalışan kullarını sonsuz nimetlerin bulunduğu cenneti ile müjdelemiştir. Allah Elçisinin yaşantısındaki sadelik, temizlik, tevazu, cömertlik, şevkat, nezaket, doğruluk gibi nice üstün meziyetleri sahiplenmemiz ve O’na olan sevgimizi çoğaltmamız, Yaratıcının müjdesine erişmemize vesile olacaktır.
MİR'AÇ K
DUA İLE...
Etiketler: din, miraç kandili
Vatanseverin El Kitabı serisinden , Ankara Ticaret Odası'nın da katkılarıyla güzel bir e-kitap. Okuyun, öğrenin...
"İçimizdeki Hançer: Fener-Rum Patrikhanesi"
İndirmek için BURAYA tıklayın. Açılan sayfada "Download" yazan yerden indirebilirsiniz.
Boyutu: 250KB
PDF formatındadır, okuyabilmek için bilgisayarınızda Adobe Reader kurulu olmalıdır. Kurulu değilse indirmek için tıklayın.
Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:
Oguz Destanı.
Bozkurt Destanı.
Ergenekon Destanı.
Göç Destanı.
Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.
Oguz Destanı'nda, seferleri sırasında Oguz Han'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oguz Han'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.
Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen Türk gencini dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu genç ile evlenip 10 oğlan doğurmuştur. Bu çocukların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.
Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-çine (Boz-kurt) adını almıştır.
Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.
Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:
Soyun devamını sağlamak.
Türkler'e kılavuzluk etmek.
Türkler'i felaketlerden kurtarmak.
BOZKURT VE TÜRKLÜK
Türk destanlarındaki Işık, Kutlu Dağ, Bozkurt gibi motifler, kuşkusuz birer simgedir. Bozkurt hayatiyetin, milli rehberin, kurtuluşun, özgür ve bağımsız yaşamanın simgesi olmuştur. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.
Bozkurt'tan türemiş olma inancı, Türkler'e uzun çağlar boyunca kıvanç ve güven vermiştir. Türkler'in dar zamanlarında ve millet yaşamında büyük etkisi olacak hareketlere girişilirken Bozkurt onlara yol göstermekte, kılavuzluk yapmaktadır. Türk'ün başı çok sıkıştığında Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine şefkatle eğilen bir ana-baba duygusunu hatırlatacak ölçüde derin bir anlam taşımaktadır. Sanki Bozkurt, Türk milletini manevi bir alemden sürekli olarak takip etmekte, çaresiz zamanlarında ona yol göstermektedir.
KURTULUŞ SAVAŞI, ATATÜRK ve BOZKURT
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türk topraklarının işgaline karşı yapılan Kurtuluş Savaşı, destan çağlarında cereyan etmiş olsa idi, bir Kurtuluş Destanı ortaya çıkacak ve bu destanda da mutlaka bir ''Bozkurt motifi'' bulunacaktı. Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı'nın öncüsü ve en baştaki teşkilatçısı olmuş, bu niteliği ile (tıpkı Bozkurt gibi) bir kılavuz vazifesi görmüştür. Daha sonra da, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması ile (yine Bozkurt gibi) kurtarıcı durumuna yükselmiştir. Son olarak, devrimleri ile çağdaş, ileri ve milliyetçi Türk nesilleri yetiştirme çabası, onun Türk milletinin bekasını sağlamağa yönelik amacını göstermektedir. Kendisine önerilen soyadları arasından Atatürk'ü seçmesi ise, onun gelecekteki Türk nesillerince ata olarak anılma isteğinin belirtisidir. Böylece kılavuz, kurtarıcı ve ata niteliklerini kendisinde birleştirmiştir. Atatürk bundan ötürü yabancı yazarlarca -derin bir sezgi ile- Bozkurt olarak adlandırılmıştır.
BOZKURT ve TÜRKÇÜLÜK
Türkçüğün asli unsurları; birlik ve bütünlük, özgür ve bağımsız yaşamak, Türk varlığının sonsuza değin devam ettirilmesi azim ve iradesidir.
Bu durumda, Bozkurt'ta simgeleşen düşüncelerle Türkçülüğün hedefleri tam bir ayniyet içinde bulunmaktadır. Bunun içindir ki Bozkurt, Türkçülüğün de simgesi olmuştur.
Sonuç olarak Bozkurt, Türk destanlarındaki müstesna yeri gibi, Türkçülük tarihinde de seçkin bir konumdadır.
Yukarıdaki makale, Orkun Dergisi'nin Kasım 1998 tarihli 1. sayısının 40-42. sayfalarında yer alan ''Destanlarda Türkçülük İzleri'' adlı makaleden alınmıştır.
Etiketler: bozkurt, bozkurt ve Türklük, destan, Türk, Türk Destanları, türklük
Kutsal emanetler anlamına gelen Emanat-ı Mukaddes, Topkapı Sarayı'nın hazine dairesinde saklanmakta olan, kutsal olarak bilinen kişilere ait eşyalar için kullanılır.
Bu eşyalar; üzerinde Hz. Muhammed'in ayak izinin bulunduğu bir taş, Hz. Muhammed'in bir dişi, Hırka-i Şerif, ya da Hırka-i saadet denilen Hz. Muhammed'in hırkası, Hz. Muhammed'e ait bir çift nalın; bir seccade, sancaki yay, biri Hz. Şuayb'ın iki asa, Hz. İbrahim'im kazanı, Hz. Davud'un kılıcı, Hz. Nuh'un tenceresi, Hz. Yusuf'un gömleği, 4 Halifenin sarıkları, İmam Hüseyin'in gömleği, Hz. Ebubekir'in seccadesi, Halife Osman'ın elyazısıyle bir Kur'an-ı Kerim, Cafer Tayyar'ın kılıcı, Halit bin Zeyd'in kılıcı, Kabe'nin anahtarı ve bunların dışında kutsal olduğu bilinen kişilere ait bazı altın eşya ve silah.
Kaynak:
http://www.osmanli700.gen.tr/olaylar/trolaylar.html
Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu. Bu sahne en az 7 bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik doğanın rüzgarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk doğanın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu sonra onlara alıştı; Onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, Doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu... Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir...
Mustafa Kemal Atatürk
Babası: Sultan Abdülmecid
Annesi: Tirimüjgan Kadın Efendi
Doğumu: 21 Eylül 1842
Vefatı: 10 Şubat 1918
Saltanatı: 1876 -1909 (33) sene
İkinci Abdülhamid İstanbul'da doğmuştur. Uzun boylu, buğday benizli, siyah ve sık sakallıydı. Kaşlarının üzeri hafifçe çıkıntılı ve gözleri de siyahtı. Devrinin en kıymetli Ãlimlerinden, çok iyi bir tahsil yaptı. Kuvvetli bir hafıza ve basirete sahipti. Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti. Aynı zamanda çok cesur bir padişahtı. Spor yapmaktan hoşlanırdı. Gayet güzel silah ve kılıç kullanırdı.
Dünya savaşın çıkacağına inanıyor, çıktığında ise Osmanlı Devletini kurtaracak şeyin, ancak denizlerde kuvvetli bir devletin yanında savaşa katılmak olduğunu düşünüyordu. Tahttan indirildiğinden hemen sonra bu görüşünün tam zıddı yapılmış koca devlet de tamamen yıkılmıştı. Prens Bismark'a göre 100 gram aklın 90 gramı Abdülhamid Han'da, 5 gramı kendisinde, 5 gramı da diğer siyasilerdedir. En büyük talihsizliği devleti en kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Tahttan indirildikten sonra zaman ilerledikçe, aleyhinde olup da pişman olmayan hemen hemen kalmamış gibiydi. Son derece dindar ve namuslu idi. Zevk ve sefaya düşkün değildi. Abdestsiz olarak hiç bir devlet işine imza atmadığı meşhurdur. 1908 senesinde düzmece bir irtica olayı bahane ederek tahttan indirdiklerinde yüksek bir veli derecesinde olan Büyük Hakan: "Bu Cenabı Hakkın takdiridir." Diyerek elinde muazzam kuvvetler olduğu halde müdahale bile etmeden tahtını terketmiştir.
Tahttan indirilmesinde birinci derecede Yahudilerin rolü vardı. Çünkü daha o zamanlar Yahudiler Filistin'den toprak istemişler, Sultan Abdülhamid de reddetmişti. Siyasi ve diplomatik hadiselerin en çok olduğu devir şüphesiz Abdülhamid Han devridir. Bu büyük padişaha, bütün tarihi hakikatler ortaya çıkmış olmasına rağmen, hala iftira edenlere rastlamak mümkündür. Tahta çıktığında, amcası Sultan Abdülaziz'in intihar edip etmediğini tesbit etmek için bir mahkeme kurdurmuş ve kurulan bu mahkemede; Hüseyin Avni, Mithat Paşa ve daha bazılarının öldürttüklerini tesbit ettirmiş. Bunun üzerine Mithat Paşa'nın idam edilmesini, Gazi Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi büyük dâhiler bile istemiş olmalarına rağmen idam cezasını müebbet hapse çevirmiştir.
Yeryüzünün son bağımsız Müslüman Türk Devletinin Hükümdarı İkinci Abdülhamid'e Cuma selamlığında camiden çıkarken atılan bombanın fitilini bir şahıs değil, koca bir ehlisalip cephesi ateşlemişti. O gün gaflet içinde bulunan bazı aydınlarımız, bu arada şÃ¢ir Tevfik Fikret suikastçının şahsında ehlisalip cephesine kaside yazıyorlardı. Çocuğu Halük'a verdiği terbiye ile onu ancak papaz yapabilen bir şÃ¢irin bu açık ihanet vesikası çok acıdır.
Abdülhamid neler yapmıştır:
Polis teşkilâtını geliştirdi. Komiserlik ve başkomiserlik makamlarını ihdas etti.
Savcılık müessesesini kurdu. Ceza ve Ticaret usulü kanunlarını çıkarttı.
Askeri dikimevleri, tersaneler, feshaneler kurdurdu.
İstanbul, İzmir limanlarını tesis etti.
Taht'a çıktığı zaman 252 milyon altın borcumuzu taht'ı bıraktığında 30 milyon altına indirdi.
Hereke Halı ve Dokuma, Beykoz Deri, Yıldız Çini, Cibali Tütün, Yedikule İplik ve Havagazı, Kireçburnu Tuğla, Çubuklu Carrı, Istınye Buz Fabrıkalarını işletmeye açtı.
Zirai alanda haralar, örnek çiftlikleri tesis etti. Ziraat, Baytar, İpek böcekçilik, Halkalı Ziraat, Orman ve Maden, Ticareti Bahriye, Mülkiye, Hukuk, Sanayii Nefise, Tıbbiye, Ticaret ve Hendesei Mülkiye, Dârü' I-muallim, Dârülfünian gibi her dereceden okulları açtırdı ki bugün hepsi kullanılmaktadır.
Köylerdeki ilkokulların dışında 300 tane ortaokul açtırdı ki bu okullarda yabancı dillere kadar birçok yeni dersler okutuluyordu.
Arkeoloji, Askeri Müze, Yıldız Müzesi, Yıldız ve Beyazıt Kütüphaneleri yine o devirde açıldı.
Gureba Hastanesi, Hamidiye Etfal Hastanesi, Yıldız Askeri Hastanesi o devirde hizmete girdi.
Kuduz Müessesesi o devirde açıldı, bugünkü Darülâceze yine o devirde hizmete girdi.
Hamidiye çeşmeleri ve Terkos Su Şirketini yine Abdülhamit kurdurdu ve Kırkçeşme ile Halkalı Suları'nın ıslahı yine Abdülhamid'e nasip oldu.
Tahttan indirildikten sonra Selanikâ��e sürülmüş, birçok işkenceler yapılmış ve Selanikâ��in düşman işgali altında kalma ihtimali çıkınca İstanbul'a Beylerbeyi Sarayı'nda oturmaya mecbur edilmiştir.
Büyük Hakan 1918 senesinin 10 Şubat'ında bu sarayda hayata gözlerini yummuş, Divanyolu'ndaki Sultan Mahmud Türbesine, amcası Sultan Abdülaziz ile dedesi İkinci Mahmud'un yanına defnedilmiştir. Vefatında 75 yaşını 4 ay geçiyordu. Cenazesinde en hareketli aleyhtarları bile ağlamışlardır. (Allah rahmet eylesin)
Erkek Çocukları: Mehmed, Selim, Abdülkadir, Ahmed Nuri, Mehmed Burhaneddin, Abdürrahim, Ahmed Nureddin, Mehmed Ã�bid, Ahmed.
Kız Çocukları: Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Naime Sultan, Naile Sultan, Ayşe Sultan, Refia Sultan, Sadiye Sultan.
Etiketler: abdulhamit, istanbul, osmanlı, politika, tarih, tiryaki hasan pasa, türkiye
Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. Çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan "Europid" adı verilen grubun "Turanid" tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta "Mongolid" Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta İran edebiyatında Türk sözü "Güzel İnsan" manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.
Kaynak:
http://www.unibozkurt.com/goster.php?i_nu=109

SAMSUN, ELAZIĞ DHA
Tunceli-Erzincan karayoluna yerleştirilen bombanın patlatılması sonucu şehit olan 3 askerden jandarma uzman çavuş Ümit Eker, memleketi Samsun'da 5 bin kişinin katıldığı törenle toprağa verildi. Garnizon Komutanı Tümgeneral Naci Beştepe, törendeki konuşmasında şu sert ifadelere yer verdi:"Ne Ümit'ler yok olur, ne şehitler ölür bu ülkede. Ümit şimdi son örtüsü olan al bayrağa teninin, kanının rengini vererek, ay yıldızına ruhunun parlaklığını yansıtarak göklerimizde dalganıyor. Ona uzanan ellerin kırılması da çok geç kalmayacaktır. Terörist öldürdükçe kendini tüketir. Yönteminiz, ister mayın, ister pusu, ister canlı bomba olsun, hedefiniz ister bebekler, ister masum sivil insanlar, isterse asker olsun. Destekçiniz veya sırtınızı sıvazlayarak sizi maşa olarak ileri sürenler ister komşumuz, ister sözde müttefikimiz ve dostumuz, isterse dünyanın süper gücü olsun. Amacınız ister federasyon, ister özerklik, ister ayrılık olsun. TSK ve yüce milleti sizi kendi kanınızla boğacak, tüketecek, destekçilerinizi de, sizi kullananları da pişman edecektir. Buralarda olmayan birileri de var. Onlara soruyorum; 'erlerimiz ölüyor, subaylarımız nerede' diyenlere soruyorum. Siz neredesiniz? Kaleminize fiyat biçenlerle pazarlıkta mısınız? Türk insanının arasına nifak sokmak için arayışta mısınız? TSK'yı gammazlama

ATATÜRK'ÜN KENDİ İFADESİYLE İLKELERİNİN TANIMI
I.TEMEL İLKELER
1. Cumhuriyetçilik:
Türk milletinin karakter ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)
Cumhuriyet, yüksek ahlâkî değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.... (1925)
Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilâtıdır ki, onun adı Cumhuriyet'tir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)
2. Milliyetçilik:
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir. (1930)
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlâtları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. (1932)
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. (1923)
3. Halkçılık:
İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)
Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir. (1921)
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir. (1923)
4. Devletçilik:
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsî faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)
Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)
Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir. (1937)
5. Lâiklik:
Lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti de demektir. (1930)
Lâiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. (1930)
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)
6. Devrimcilik:
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların, (devrimlerin) gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görüşleriyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)
Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)
BÜTÜNLEYİCİ İLKELER:
1. Millî Egemenlik:
Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu millî egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. (1923)
Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla millî egemenliği sağlamış bulunması ile devamlılık kazanır. Bundan dolayı; hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir. (1923)
2. Millî Bağımsızlık:
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî, İktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam seferberlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. (1921)
Türkiye devletinin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen sağlanmış ve korunmuş olmalıdır. (1923)
3. Millî Birlik ve Beraberlik:
Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. (1919)
Biz millî varlığın temelini,millî şuurda ve millî birlikte görnıekteyiz.(1936)
Toplu bir milleti istilâ etmek, daima dağınık bir milleti istilâ etmek gibi kolay değildir. (1919)
4. Yurtta Barış Dünyada Barış:
Yurtta sulh, cihanda sulh için çalışıyoruz. (1931)
Türkiye Cumhuriyeti'nin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta sulh, cihanda sulh gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve terakkisinde en esaslı âmil olsa gerektir. (1933)
Sulh, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. (1938)
5. Çağdaşlaşma:
Milletimizi en kısa yoldan medeniyetin nimetlerine kavuşturmaya, mesut ve müreffeh kılmaya çalışacağız ve bunu yapmaya mecburuz. (1925)
Biz Batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz. (1926)
6. Bilimsellik ve Akılcılık:
a) Bilimsellik:
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir. (1924)
Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet bilimdir. (1933)
b) Akılcılık :
Bizim; akıl, mantık, zekâ ile hareket etmek en belirgin özelliği-mizdir. (1925)
Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. (1926)
7. İnsan ve İnsanlık Sevgisi:
İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak insanlıktan uzak ve son derece üzülünecek bir sistemdir. İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. (1931)
Biz kimsenin düşmanı değiliz. Yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız. (1936)
Kul hakkı beş türlüdür:
1- Mali [Parasal]
2- Nefsi [hayati yönden]
3- Irzi [Haysiyetle ilgili]
4- Mahremi [Namusla ilgili]
5- Dini.
1- Mali olan kul hakları:
Hırsızlık, gasp, aldatarak, yalan söyleyerek mal satmak, sahte para vermek, başkasının malına zarar vermek, yalancı şahitlik, rüşvet almak gibi.
Bu haklar için sahibi ile helalleşmek gerekir. Dünyada helalleşmezse, ahirette sevapları ona verilerek helalleştirilecektir. Mal sahibi ölmüş ise, vârisine ödenir. Vârisi yoksa veya mal sahibi bilinmiyorsa, salih bir fakire hediye olarak verilip, sevabı sahibine gönderilir. Salih fakir yoksa, İslamiyet'e hizmet eden hayır kurumlarına, vakıflara verilir. Kendi salih akrabasına, fakir olan ana babalarına, çocuklarına hediye olarak vermesi de, caiz olur. Bunları yapmak imkanını bulamazsa, mal sahibinin ve kendisinin af olunmaları için dua eder. Kâfirin hakkı için de, onunla helalleşmek gerekir. Gönlü alınmazsa, ahirette af olunması, çok güç olur.
2- Nefsi, yani hayati günah olan kul hakları:
Adam öldürmek, bir uzvunu kesmek, sakat bırakmak gibi şeylerdir.
Önce tevbe eder. Adam ölmüş ise, velisi ile helalleşmek gerekir. Velisi isterse af eder. İsterse belli bir mal ister. İsterse, mahkemeye verip, hakimden cezalandırılmasını ister. İslamiyet'te kan davası yoktur.
3- Irza dokunan kul hakları:
Dedikodu, iftira, alay, sövmek gibi haysiyetle, şerefle ilgili şeylerdir.
Tevbe etmek ve helalleşmek lazımdır. Bunlarda vârisleri ile helalleşmek olmaz.
4- Mahremi olan kul hakları:
Başkasının çoluk çocuğuna hıyanet etmek gibi şeylerdir.
Tevbe ve istiğfar eder. Fitne çıkmak ihtimali yoksa, sahibi ile helalleşir. Fitne ihtimali varsa helalleşmek yerine, ona dua eder ve onun için sadaka verir. Yaptığı ibadetlerin sevaplarını ona bağışlar. Fitne ihtimali olunca, helalleşirken işlediği günahları bildirmeyip, bendeki bütün haklarını af et demekle yetinir.
5- Dini olan kul hakları:
Akrabasına ve emri altında olanlara doğru din bilgisi vermeyi terk etmek, insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibadetlerine mani olmak, onlara kâfir, fasık demek. Bid’at çıkarıp veya mevcut bid’atleri savunup Müslümanların yanlış inanmalarına ve yanlış ibadet etmelerine sebep olmak. Açıktan oruç yiyerek veya açıktan başka haram işleyerek kötü örnek olmak. Bu günahlar için de tevbe etmek, hak sahipleri ile helalleşmek gerekir.
(Alıntı)
Etiketler: din, islam, müslümanlık
Diyalog safsatası günümüzden otuz yıl önce Vatikan tarafından resmî olarak başlatılmıştır. Şimdiki malûm cemaat tarafından değil. O günlerde diyaloğa maşa olması için teklif götürülenlerden birisi de Üstâd Necip Fazıl idi. O bu çağrıya bakın nasıl cevap veriyor?
‘-Ne diyaloğu be yahu! Belli başlı bir anlayış kökünde beraber olup ta dallarında ayrı olanlar arasında tutturabilecek hangi aşı olabilir? Her birinin ne yediği ve ne ile beslendiği malûm , KARTALLA-KARGA nasıl diyaloğa girebilir? ‘
( Necip Fazıl Kısakürek)
Bu sözlerin üzerine yorum yapmaya gerek yok. Hiçbir vakit inançta-imanda pazarlık kabul etmeyen Necip Fazıl diyor bunu çünkü. Şimdi O’nun adına radyo programları yapmaya kalkan diyalogçular Necip Fazıl’ın kendilerine okuduğu lânetten habersiz olarak cennetten arsa parselliyorlar.
Dicle Üniversitesi 2006-2007 Eğitim - Öğretim Yılı Mezuniyet Töreni
0 yorum Gönderen DUVDER zaman: 14:36
Üniversitemizin 2006-2007 Mezuniyet Töreni bu akşam 19.30 da yapılacaktır. Üniversite Yönetimi tarafından düzenlenen törene herkes davetlidir...
PROGRAM
Açılış
-
Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı
-
Mezun Öğrenciler Adına Konuşma
-
Dicle Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fikri CANORUÇ'un Konuşması
-
Onur Konuklarının Konuşmaları
(Tensip Buyurdukları Takdirde) -
Mini Konser
(Devlet Konservatuarı Mezun Öğrencileri) -
Başarı Belgeleri ve Ödüllerin Verilmesi
Etiketler: Dicle üniversitesi, Diyarbakır, duvder, etkinlik, mezun, üniversite
Bir öğrenim yılı daha bitti ve DUVDER üyeleri 2007 mezunlarını verdi. Geçen yıl birincisini düzenlediğimiz unutulmaz mezuniyet töreninden kalan anılar bir yana bu sene de arkadaşlarımızn bir kısmı mezun oldular.
İçimizde arkadaşlarımızın başarıya ulaşmalarının sevincinin yanısıra ayrılacak olmanın burukluğu da vardı. Düzenlenen etkinliğe yoğun ilgi vardı. Bütün arkadaşlarımız mezun olan arkadaşlarımızı tebrik etmek, birlikte olmak adına oradaydılar ve yine unutulmayacak, birbirinden güzel görüntüler ortaya çıktı. Eğlendik, bazen de ayrılığın verdiği hüznü yaşadık. Ancak biliyoruz ki vatanını, milletini seven, değerlerine bağlı bireyler olan bizler buradan çok şey kazanmış olarak gidiyor olmanın verdiği mutluluğu hiçbir şeyle kıyaslayamacağız.
Tören sonunda mezun olan arkadaşlarımıza hediyeleri yine diğer öğrenci arkadaşlarımız tarafından, duygusal ve bir o kadar da anlamlı konuşmalar eşliğinde takdim edildi.
İnanıyoruz ki bu arkadaşlarımız burdan sonraki görev yerlerinde de kendilerine düşen görevi yerine getirmede en ufak bir tereddüt bile yaşamayacak, "her zaman en iyi olmak, vatanına, milletine faydalı insanlar olmak" adına ellerinden gelen her türlü azim ve çabayı göstereceklerdir.
Mezun olan arkadaşlarımızı tebrik ediyor, bundan sonraki hayatlarında başarılar diliyoruz. Allah yar ve yardımcıları olsun!
Giderken hep söylediğimiz bir sözü de yine hatırlatmak istiyoruz:
"Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır!"
Etiketler: Diyarbakır, duvder, etkinlik, gundem, mezun, üniversite, üyelerimiz

Yazar: Ahmet YILMAZ
“Bu hükümet temel hak ve özgürlükler konusunda samimi değildir. Eğer samimi olsalardı, hâlâ milletin kılık, kıyafeti ve inancıyla uğraşmazdı. Bu ülkenin, insanların temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak bir hükümete ihtiyacı vardır...”
“Filistin’de kan var, işgal var, bir millet yok edilmeye çalışılıyor, devlet terörü var! Bunlara karşı kuru temenniden başka bir şey yapılmıyor.”
“ABD, İsrail’i korumak için Şaron’a göz yummaya devam etmektedir. İsrail’in Filistin’e uyguladığı katliamı kınıyoruz. Filistin’de kan akmaya devam ediyor ama hükümetin bu konuda maalesef bir duyarlığı yok...”
“Soruyorum ABD’ye, AB’ye ve Birleşmiş Milletler’e siz neredesiniz? Hıristiyanlık’taki Paskalya törenleriyle barışı kutlarken, Ortadoğu’ya neden barışı getirmiyorsunuz?” “Hükümet maalesef Ortadoğu konusunda gerekli iradeyi ortaya koyamamıştır. Yaşadığımız görüntüler 21. yüzyıl başında bizi üzmektedir. Bir taraftan küreselleşmeyi konuşacağız. Diğer taraftan emperyalist duygularını tatmin etme isteği, içinde olanlara destek vereceğiz. Bunu anlamak mümkün değil...”
“IMF parayı verdi. Ama hangi şartlar altında ve nerde kullanılacağını söyleyerek verdi. Bu paraların adresleri belliydi ve bunun karşılığında istenen tavizler vardı. Yarın bunlar ‘Kıbrıs’ı konuşalım’ derler.”
“Türkiye’nin baş edemeyeceği hiçbir problemi yoktur. Bunlar IMF’nin karşısında memurlar gibi oturuyorlar. Acizler hükümeti, halkı bir simit ve bir çaya mahkûm etti. 50 milyar doları batık bankalara hortumlattılar. Ülkenin milyarlarca doları hortumculara yedirildi. Eğer dürüst ve iradeli bir yönetim gelseydi, belki de IMF ile masaya oturmaya bile gerek kalmayacaktı. IMF’den gelen paralar bu ülkeye hibe değildir. Bu paraları benim köylüm, benim memurum ödüyor. Bizler kurtuluş mücadelesi yapacağız. Son günlerde AB ile yatıyorlar AB ile kalkıyorlar. Biz de istiyoruz ama bizi neden oyalıyorsunuz? AB diyerek karın doymaz...”
Durun. Güzel tespitler, güzel yazmış falan demeyin sakın. Bu sözler bana ait değil. Bu sözler AKP Lideri Sayın Erdoğan’a ait. Şaşırdınız mı yoksa? Hemen şaşırmayın. Bu sözler virgülüne kadar Sayın Erdoğan’a aittir. Bu sözlerin tek ortak özelliği Sayın Erdoğan, Başbakan olmadan önce söylenmiş olmasıdır.
Tarih bilimciler kronolojik tarih yazarken nasıl milattan önce / milattan sonra şeklinde bir ayrım yapıyorlarsa, Sayın Erdoğan’la ilgili not tutanlar da “koltuktan önce / koltuktan sonra” ayrımını yapmak zorundadırlar. Yukarıda yazılanlar Sayın Erdoğan’ın koltuk öncesi devirlerine ait sözleriydi. Aşağıda yazanlar ise koltuk sonrasıdır. Bakalım “yüz seksen derecelik muhteşem siyasi dönüşler” sonrasında dökülen inciler nasıl dizilmiş, bakalım koltuktan sonra ne değişmiş.
Koltuktan sonra Sayın Erdoğan.
“ABD’nin küresel düzeydeki konumu ve gücü, uluslararası ilişkilerin belki de en belirleyici özelliği haline gelmiştir. Bu ise dünya için bir fırsattır. Günümüzün tek süper gücü olmak beraberinde zorluk ve sorumluluk da getirmektedir. ABD dünyayla ilgilenmeye devam etmelidir.”
“Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.”
“Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.”
“(Sayın) Öcalan düşüncelerinin değil, şu anda, almış olduğu ‘kellelerin’ hesabını veriyor.”
Ve. Sayın Erdoğan’ın Türk siyasi üslubuna ‘büyük katkı sağlayan’ en önemli sözünü unutursak ayıp olur: “Ananı da al git lan.”
Sevgi / Saygı / Dostlukla.
--------------------------------------------------------------------------------
GÜNÜN SÖZÜ
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.”
Maide Suresi / 51
31.05.2007
Ahmet YILMAZ